8 Kasım 2015 Pazar

Türkçemizin Asıl Türkleri Nerede?





*Dil:
İnsanların kendi arasında lisan ile konuşup anlaşmayı sağlayan bir iletişim vasıtasıdır. Toplumları bir Millet haline oluşturup var eden unsurlardan biri de dildir; aynı dili konuşan insanlar, kendi aralarında anlaşıp bir birleşme bütünü oluştururlar. Dil bir milletin temel yapısını oluşturan iskeletin omurgasıdır. Dil, milletin her bir bireyinin sahiplenmesi gerektiği ortak yerli malıdır. Dil bir ulusun, kendi arasında aynı dil lehçesini konuşan insanlar topluluğudur. Dilin, kendi özünden uzaklaşarak bozulması ile o’ milletin “zaman la” birliğinin çözülüp dağılmaya yüz tutması demektir. Onun içindir ki, konuşulan milli dilimiz Türkçenin üzerinde titizlikle başta devletin ve temel özel eğitim kurumları, yazılı ve görsel medya, toplum kitlesine hitap eden konuşmacılar sorunun karşısın da hassasiyetle durmaları gerekir. Çünkü dilin yabancılaşıp bozulması, milli medeni kültürümüzün (yeni neslimizle git gide) yozlaşmasına olumsuz şekil de zemin hazırlamıştır.
*(Kültür) Medeniyet:
Bir milletin medeniyetini diğerlerinden farklı kılan, milli ve manevi örf ve adet geleneğini temsil eden doğumdan mezara kadar olan, bütün hayat değerlerini algılayıp birey ve halkı birbirine kaynaşıp birleştiren milletçe ortak yaşama biçimidir.
Bilim ve gelişmiş sanayi (teknoloji), dünyada milletler arasın da evrenseldir. Fakat kültür ise, halkların kimliğini temsil ettiği için millidir. Kültürlerin milli olması, içlerine kapanmış, diğer medeniyetlerden değişik ve benzersiz kopuk olmaları anlamına da gelmez. Yeryüzünde ki gelmiş geçmiş bir kavmin saf, katışıksız (kendine özel) yüzde yüz dil ile birlikte kültür geleneği yoktur. Medeniyetler birbirlerinden nispeten azda olsa alışveriş yaparak kendi geleneklerine azda olsa uyarlayıp değişik etkinlikler adı altında benimsediği örfünü yaşarken, dillerini de başka farklı manaları kapsayan kendi ifadelerinde kullanmışlardır. (Fakat bizim şimdiki nesiler gibi, başka milletlerin geleneklerine benzer kopyası olup da, “Gavurmusun” eleştirisi ile karışık bir toplum haline gelmemeye çok önem vermişlerdir.)
Atalarımız, İslamiyet’i kabul ettikleri yılardan bu güne kadar doğu toplumundaki Müslüman olan başta Arap (Bedevi) Arapçasını ve Farsçayı İran (Acem) halkların (bir kısım) kendi dillerini birbirine karıştırıp aramızda asırlarca Türkçeyi dil olarak ortaklaşa kullanıyoruz.
Binyılı geçkindir, İslam medeniyetini temsil eden bir millet olarak birlikte yaşayıp aynı inancı paylaştıkları için, onların dil edebiyatından pek çok kelimeler alıp konuştuğumuz Türkçenin içerisine gerektiği yerlerde kullanarak dilimize uyarlayan atalarımız olmuştur. Daha sonra, kendi ana dilimiz Türkçe kökeninden bazı işlenmeyen tanım deyimleri ile birlikte geleneğimiz aşılan zaman içerisinde, (maalesef) unutulup daha sonra da kaybolma konumuna girmiştir.
*Türkçemizin geleneği:
Türkçe ana dilimiz, dünyanın en zengin, en büyük ve beş bin asra yakın tarihine sahip köklü dillerinden biridir. Çünkü yüz yıllarca, üç kıtanın halkları arasın da (medeniyeti ile beraber) konuşulmuş, yazılmış ve okunmuştur. Bu gün hala, yöresel küçük farklılar la işlenen Türkçemizin şivesi dünya üzerinde en geniş coğrafyanın toplumları içinde, ana ve yardımcı dil olarak konuşulan bazı lehçeleri karışıkta olsa; yine de milletimizin yaşayan köklü bir Türkçe dil kültür geleneği vardır.
Milletler ve milli kültürleri arasında, karşılıklı alış verişleri vardır; bu karşılıklı  (benimsenen gelenekler) etkileşimden meydana gelir. Bu etkileşim sayesinde, diller de birbirinden etkilenebilir. Bu çerçevede Türkçe de, tarih boyunca önceden doğu Türk ve İslam cemiyetlerin dillerinden algılanıp alışveriş yapmıştır. Son geçen yüzyıl içinden de, Batı toplumunun (bazı edebiyat sevdalıların) kullandığı dilleri tarafından halkımıza özendirilmiştir.  
İnsanlar, dil-e ait kavramlarla düşünüp telaffuz eder; bütün her türlü duygu ve düşüncelerini, dilek ve şikâyetlerini, dil lisanı ile anlatır. Dilin bozulması ile toplumda kaynaşması da bozulur; yıllar geçtikçe insanların kuşaklar arasın da ki nesiller birbirini anlaması da güçleşir. Bir milletin geçmişini anlayıp bilmemesi ve ona ilgisiz kalması gelecekte varlığını devam etmesi yönünden bekası tehlikeye düşer! Dil, bir milleti diğerlerinden ayıran kendine özgü geleneksel milli lisanıdır. Bir milleti parçalamanın yollarından biri de, o milletin ana dilini yozlaştırıp bozulmasına tuzak kurmaktır. Bu açıdan, Türkçe’mizin geçmiş ve bu günkü durumunu iyi düşünelim! Bütün dünya üzerinde yaşayan Türk toplumları her bireyi milli yüksek şuurla, öz ortak bu dili konuşarak Türkçe kültürümüze sahip çıkmalıyız.
Hiçbir Dil edebiyatının kendine özel tamı, tamına yapı biçimleri yoktur ki, diğer dillerin sözcüklerinden esinlenerek etkilenmemiş ve ondan beslenmemiş olmasın. Kültürler birbirlerinden beslenir ve örneklerle birbirlerinden merakla etkilenirler. Ancak etkilenme, başkalaşma yeniliği taklitle kopyaya dönüştüğü zaman özenen bir milletin artık, asıl medeniyetinden uzaklaşarak yabancı toplumların kültür işgalin de yozlaşan medeniyeti ile birlikte toplumu da sonuçta ne vahimdir ki, tarihten çekilip yok olma acı süreci başlar.
Dünya üzerinde, diğer Türk devletleri ve başka uluslarda etnik grup olarak yaşayan Türk kardeşlerimizi birazcık olsun, “hâlükârda” onları örnek almamız gerekiyor. Elbette ki, onlar da bizim birer kültürel zenginliğimizdir. Çünkü onlar kökten gelen kültürümüzün vazgeçilmez bir dalın parçasıdır. Bizim medeniyetimizi oluşturan renk kuşaklarından bir kısımdır. Fakat birçok kültürel milli değerlerimizle birlikte, manevi değerlerimizin giderek yok olmaya yüz tutup gidişatını sakıncalı görüyorum; umarım sizlerde en az benim kadar konunun ciddiyetini az, çok anlayıp görüyorsunuzdur?

*Türkçemizin bu günü:
Diller, kendi ortamın da zaman, zaman içinde yavaş, yavaş değişerek değişime uğrar. Daha sonra, zaman içinde bazı kelime kavram ifadeleri unutulur; onların yerine anlamını açıklayan yeni manalı ifadeler alır. Başka, kültürlerin dillerini taklit eden milletlerin tarihten beri süre gelen kendini yenileme ihtiyacı duyanlar, değişimin iyi ve kötü yanı ile acı bir gerçek bedeli vardır.
Dilimiz, Tanzimat’tan sonra millet olarak (yerleşik düzenle dayatılarak) yaşadığımız batılılaşma taklidi sürecinde başta İngilizce olmak üzere diğer yabancı dilleri bizlere öğretenler “O” yabancı toplumların siyasi karanlık çevreleri Arapça ve Farsça (Şark) sözcüklerini “orta çağ dili” diye dilimize girmesine karşı çıktıkları ne kadar çok manidardır. Fakat Avrupa dillerinden, Türkçemize soktukları (saçma) sözcüklerin varlığına tepki koyup hiç de karşı çıkmamaktadırlar. Halkımızın yabancı dillerinden aldığımız kelimeler o derece had safhaya ulaşmıştır ki; buna dil ile ilgili söz sahibi birimler yabancı güçlerin kültür ajanlığını üslenip medeniyetimizi katleden (kansız) işgalcilerin medeniyet yardakçıları olmuştur.
Yeni Çocuk isimleri, sokak isimleri, Avm isimleri, mesleki işyeri ve onunla çalışılan araç isimleri, tatil ve otel, lokanta, eğlence yer isimleri vb... Yerleştirdikleri daha niceleri yabancı dil ile Türkçemizle birlikte yurdumuzu kültürel ve siyasi alanda gizli işgal etmişlerdir. Genel olarak (Milli ve manevi) öz benliğimize aykırı düşen yabancı isimler tanım belirtilerek çevremiz de ki, bütün iç ve dış mekânlarda (lanse) gösteripte karşımıza çıkıyor.
Türk dili ve Türk kültürünü, gizli sömürgeci düzenin işgal ile yok edilmeye çalışılmaktadır. Türk kültürü ve Türk dili, hainlerin tellalları ile saldırı altındadır; eski ve yeni nesillerin arasında bayağı biçim de dil konusun da uçurumlar oluşturulmaktadır. Maalesef kendi için de birbirlerini anlamayan yabancı insanlara dönüştürüldük. Türk gençliğini (çok değil) bundan atmış seksen yıl önceki Türkçemizi anlayamaz hale getirdiler; çünkü halkımız atasının günümüz de konuştuğu Türkçeyi ne yazık ki, kendi öz dilini birçok sözlükler kullanarak ancak bu şekil de okuyup anlama duruma getirilmiştir.
Milletimizin geleceği için, yabancı dil öğretip öğrenmeden öte “O” dillerin sahibi ülkelerin siyasi egemenliklerin altına girmemiz için, bir köleleşmenin sindirmeyle politik oyunlarına getirilmeye çalışıldık.
Artık, bu kadar uyutulup uyumamaya Türk olarak gayrı hep birlikte “DUR!” Demek gerekir. İnsanlarımızın kendi öz yurdun da adeta “Herhalde burası bizim Türkiye değil!” diye hayretle görüp sorması geliyor. Kültürün de ki, dil, din ile milletine vatanına sevdalı halkımızın, Türk diline sahip çıkmaları gerekir. Sömürgeci güçler, sömürgeleştirmeye başladıkları gözde milletlerin dilini bozmaya çalışırlar. Bu noktada, Türk milleti olarak uyanık olmak vatandaşlık görevimizdir.

*Halkımızın yabancı dillere merakı:
“ Bir lisan bin insan” atasözü günümüz de “ Bir kelime yabancı lisan bin ölü Türk” durumuna düşürdüler! Dünyada geçerli yabancı dilleri elbette öğrenmek dil bilgimizin ilmini Milli yükselişimiz için mutlak geliştirmeliyiz. Fakat konuştuğumuz ana dilimizi kendi aramızda söyleşi ve yazılarda kullanırken, bir başka medeniyetin dili olan deyimlerini başkalarına (çokbilmişlik adına) çaka satarak konuşmamalıyız. Türk dilinin korunması hususunda üniversiteler ve devlet hakkı ile üzerine düşen halkımıza görevini yapmamıştır. Hala üniversitelerimizde Türkçe bilimsel makaleler yazılmadığı gibi, bini geçemeyen kelime orantısı ile Türk dili öğretmeye çalışılmaktadır. Maalesef…  Türkçemiz, yirmi beş bin den fazla kelime haznesine sahip olduğumuz halde günlük yaşantımızda üç yüz, beş yüz kelimeyi kullanarak bir birimizle konuşmaya çalışıyoruz. Maalesef! Hepimiz Türkçe konuşuyoruz ama öz Türk dilini bilmiyoruz. Bununda sebebi vatandaş olarak kendimiz olduğu kadar dilimizin yozlaşmasına en büyük nedende (gizli işgal edilen) devlettir. Zira bugün devlet okullarında yanlı ve yanlış eğitimle İngilizce Fransızca ve diğer Avrupa asıllı yabancı diller okutulmak suretiyle, dil ve kültür yozlaşmasını milletimizin medeniyet temellerinin üzerine attılar. Dil eğitimi konusunda devletlerarası karşılılık kuralına dahi uyulmamaktadır. Tabi ki kendi okulunda İngiliz dilini öğrenmeye çalışan gençler bugün ve yarın başta İngiliz dili ve Batı kültürünün esiri olmakta bunun sonucu olarak asıl kendi medeni benliğinden uzaklaşmaktadır.
Batı furyasına kapılan kimliksizlerin acayip şekil yaratma çabaları, bunun sonucunda (nahoş sarhoşluğunda) moda soytarıların garip tiplemelere takılıp, inadına sürdürdüğümüz özentidir. Yabancı bir kaç edebiyatlar yaparak kendini başkalarının kültürüne uyarlamak sanki Avrupalıyı kopyalamak yüksek bilmişliğin tahsille meziyetiymiş gibi, bizlerin takılmış olduğu ecnebice Batı tarzı medeniyetlere benzemenin kötü tanıtımlarıdır. Bilinmesi gereken mühim şey şudur ki, toplumumuzun çözülmesinde ve birbirine olan Milli ve manevi bağlılığının yitirilmesinde en büyük etken saymış olduğumuz bu asil medeniyetimizin yabancılaşma tehlikesidir. “Ne alaka” diyenleriniz olacaktır; bunu biliyorum. Ne yazık ki şu an bu ülkenin içinde yaşayan yüz yılın gençliği yeteri kadar öz kültürünü yaşayarak milli medeniyetine sahip çıkmıyor.

*Kültürle başlayan işgal:
Yurt üzerin de baki varlığımızı tehdit eden bu işgalci, sömürgeci düzene “sözde satılmış” Aydınların, eğitimimizde ki,  yeni modernleşme uğruna sindirici faaliyetlerine başta devletin kurumlarının içine yerleşen çoğu yabancı güdümlü eğitimci ve sivil toplumdaki medya kuruluşlarının haince kültürümüzü kıyarak yok etmekteler. İlgili Türk dili makamların bu kıyıma seyirci kalması, “acaba bu insanların bizim Türk halkından biri değil mi?”   Sorusunu akla getiren büyük endişe verici çelişkidir. Türk milletine kültür savaşını başlatanların saldırıları, çok haince bir siyasi hâkimiyetin değişik tarz da yıllardır uyguladıkları oyunudur.
Bugün, artık memleketler savaş alanların da çeşitli mevziler değiştirerek askeri silahla değil; kültürle, ekonomi, sağlık genel tüketim ihtiyaçların üretimine kendine özgü veya karışık isim adı altında sahip dış kaynaklı baron güçler tarafından işgal edilmektedir. Bu, görünmeyen olayın sinsi yanı; fakat daha etkili gürültüsüz sessizce bir başkaca (kansız) işgal düzenin sömürgeci egemenlik yöntemidir. Açıktan işgale göre daha sakıncasız; ama emelleri uzun yılları alsa sonunda o’ ülkede daha kalıcıdır.
 Türk ve İslam toplumlarını, gizli işgal güçlerin emellerine çanak tutup sözde okumuş (karanlık yüzlü) Aydınlar, şer güçlerin kültüründeki elçiliğini üslenen yazılı ve görsel, sözlü medya aracılığı ile topluma özendirilerek devletin ve milletin istikbaline sessiz sedasız büyük darbe vurulmaktadır!
Devletlerarasında savaşlar, eskisi gibi günümüz de artık Askeri gelişmiş silahlarla değil; medeniyetlerin içine çeşitli kültürel fitneleri sızıntılar yolu ile yerleştirilip temelinden yavaş, yavaş sessizce koparıp yabancılaştırıyorlar. Göz diktikleri bu zayıflayan ülküleri bölerek eritip yok etme amacında olan işgalci medeniyetlerin kendi aralarına egemenliğinin alt yapısını kurduğu,  gelişmiş devletlerin diğer devletler üzerin de kurnazca kurguladığı amansız sinsi büyük bir hâkimiyetin, ateşsiz geliştirilen politik soğuk savaşıdır! 

Ne yazık ki, unutturulan sözcüklerin yerini alan ve birlikte yaşadığı değişik milletlerin edebiyat savunuculuğunu yapan batı ve diğer bilim ve gelişmiş (teknoloji) sanayisine ( mahkûm edilen millet olarak)  gayrı resmi bağlandık. Teknoloji gelişmişliğini öğrenip alacağımıza, bize hiç gerekli olmayan dil ile beraber kültür medeniyetini bizlere (gizli emelleri uğruna) aşıladılar.  İleri gelişmiş devletler olarak tanımladığı yabancı sevdalısı olan içimizde ki şarlatanlar, özendiği dillerini şık göstererek dilde ki lügat oyunlarını her geçen gün yenisin türetip halkımızı sindiriyorlar.  Öz ve saf Türklüğümüzle ana dilimiz Türkçemizi, neslimizin dil ve ruh kimliği olan Milli ve manevi yapısını değiştirip aslından bozularak tarihine ve Atasına gerici, medeniyet yobazı gibi karalama sözlerle hakaret eden, bir milletin yarın geçmişte ki kuşaklar la çakışan “kimliği belirsiz”, asi yeni gençlik oluşturulmaya çalışılıyor!

-“Yaşadığımız son yüz yıl da, Türkçemizin asıl Türkleri nerede?”
Yanlış anlaşılmasın ki: Vatanımızda yaşayan bütün etnik topluluklara  “Türk derken” ırkçılıkla asla ayrımı yapmak istemem; bu yurdun üzerinde aynı bir bayrak altında yaşayan herkes benim vatandaşım, hemşerim, kardeşimdir; çünkü ülkemizde yaşayan herkes bu Aziz vatanın evladıdır. Hepimizin sahip olduğu bütün aynı, inandığımız değerleri temsil eden bütün gelenek ve göreneklerimizi bir; bunları birlikte bizlere düşen geleneğimizi koruma da konusunda, millet olarak her birimiz yeterince hassas değiliz. Çünkü “biraz medeni kültür sahibi olun” anlayışı ile bir birimizi yıllarca geçmişimizi dışlayarak Batılaşmaya doğru bizleri itelediler. Millet olarak sömürgeci güçler milletimizi (ideal) kültür safsatası ile avutulup uyutulmaya çalışıyorlar!

Ben, Türk dili bilimcisi falan değilim; yaşadığı toplumu tanımayan ve tarihindeki geleneğini bilmeyen, öz diline sahip çıkmayan bu yeni yetişen (milli ruhsuz) zümreler, çirkefliğin kaynağın da yozlaşan yaşantısında ki insanlığı ile pek çoğumuzun evlatlarını kimliği belirsiz biçare toplumun insanları haline getirildik. Başından beri sık, sık anlatmaya çalıştığım en büyük kaygım, toplumumuzun milli ve manevi temelini kimler nasıl ve ne amaçla bozup yıkmaya çabaladıkları bilmemizdir.  Başından beri, benim üzerinde defaten durup anlatmaya çalıştığım asıl mesele bu… Çünkü çok sevdiğim, biricik ülkemin Aziz, Necip, Asil insanlarının medeniyetinden büyük kaygılanıp üzülerek acı duyduğum ve bu Türk milletinin bir öz evladı olarak geleceğimizin en büyük Türkiye’si için korktuğum endişemdir.
22.10.2015
Aydın Suyak

23 Eylül 2015 Çarşamba

Kurbanlar Et Bayramına Döndü...


* Et bayramı edenler:
Kurban yaklaşırken bir, iki Ay öncesinden kaygı ile hesabına koyuluruz.
“Başkaları kurban kesecek te ben onların dilencisi gibi eline, gözüne mi bakacağız?”
Birilerinden borç bulur veya Kredi (cırt) karttan borç, harç çeker ne yapar, ne ederim (El ne der sonra; el den geri kalınmaz) kurbanı bir şekil de keseriz.
Aile arsında bir karara varılıp acep büyük baş mı, küçükbaş mı alıp kessek.
Büyük baş’ın parası çok düşer; amma et de bize aylarca yetecek kadar çok olur.
Küçükbaş’ın parası ekonomik yönden uygun olur: fakat eti de az olur. O’ da olmaz.
Kurban Eti çok olur hesabı ile genelde (kişi ve yer bulunursa,) büyük baş kesmeye karar veririz.
Keseceğimiz kurbanı nerde, nasıl ucuza düşürürüz. Kimlerle (kafa dengi, eli iş tutan) uygun kişilerle bir olup ta, kurbanımızı nasıl kolayından (ucuza) hesaplı fazla yorulmayacak biçim de kese biliriz kaygısına kalırız.
Bin bir telaşla ve güçlükle kesilen hayvan kaç kilo geldi. Kurbanın işe yaramayan diğer organların artıklarını nereye attık. Kurbanın derisini, hangi hayır kurumunda değerlendirdik? Kurbana verdiğimiz Para, aldığımız Et-e ve çetiğimiz masrafa, yorulduğumuz emeğe değdi mi?   Kestiğimiz kurban etinin en iyi yanlarını değil de, en zayıf yanlarını kaç fakir ile paylaşacağız?  Kendimize ayıracağımız etleri kavurmalık, Kuşbaşılık, Kıymalık, Köftelik, Kebaplık, Pirzola, Haşlamalık vb. yıllık yemeklik etleri derin donduruculara stok edilir. Halkımız arasın da, son yıllar da kutsallığını kaybetmeye yüz tutmuş asırlardır süre gelen İslami ve milli geleneğimiz “Kurbanlar Et bayramına döndü” yani ne olacaktı?  
-Kardeşim, yılda bir kursağımıza doğru, dürüst bir parça et düşüyor; onu da yedi ye bölüp Ay’ı Yıl’ı bulmadan en kısa gün de onun la, bunun la hemen yeyip bitirelim mi yani?
 Bazılarımız da, Kurban kesme işinin eziyetine hiç katlanamaz. Yardım edenim yok. Üstüm başım kirlenir de Çoluk çocuğunan takışırım. Hiç uğraşamam iyisi mi, bir hayır kurumuna vekâlet vereyim de onlar kessin; alırsam bir, iki parçasını evime alayım. Yoksa hepsini yurt ta bağışlayım da,  şu kurban derdinden kısadan bir kurtulayım deriz.

*Kurban ALLAH’(c.c) ın emrine uyarak ibadet için kesenler.
-Cenab-ı Hakkın yüce kitabın da buyurur ki:
Bismillah
“-Hac ve umreyi de ALLAH için tamam yapın. Eğer bunlardan alıkonursanız, o zaman kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Bununla beraber bu kurban, kesileceği yere varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olana veya başından bir rahatsızlığı bulunana tıraş için oruç veya sadaka yahut da kurbandan ibaret bir fidye gerekir. Engellemeden kurtulduğunuz zaman da her kim hacca kadar umre ile sevap kazanmak isterse, ona da kolayına gelen bir kurban gerekir. Bunu bulamayana ise üç gün hacda, yedi de döndüğünüzde ki tam on gün oruç tutması lazım gelir. Bu hüküm, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. ALLAH'tan korkun ve bilin ki ALLAH'ın azabı gerçekten çok şiddetlidir. (Bakara.196)
-“Her ümmet için, ALLAH'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır. Şu halde yalnız ona teslim olun. Alçak gönüllü olanlara müjdele! ( Hac,34)
-“Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları ALLAH’a ulaşacaktır: Yalnız ALLAH’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptıklarınız amelin geçerlisi gösterişten uzak samimi bir ibadet olmasıdır.” (Hac Suresi, 37)
- “Şimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes.” (Kevser, 2)
(Şüphesiz, Aziz olan ALLAH doğrusunu bilip söyleyendir.)

*Kurban Hz. ibrahim (A.S.) ve efendimiz Reslü kibriya (s.a.v) sünnetidir:
  
Sahabe-i kiramdan Hazreti Zeyd b. Erkam (radiyallahü anh)’ın anlattığına göre;
- “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın ashabı: Ey ALLAH’ın Rasulü dediler, bayram günü kesilen kurban ne manaya gelmektedir?”
Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem): “Bu, babanız İbrahim aleyhisselâm’ın sünnetidir.” buyurdular.

Âişe (r.a.) dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

-“Âdemoğlu kurban kesme gününde ALLAH katında kan akıtmaktan daha sevimli bir amel işlememiştir. O kurban, kıyamet günü boynuzları, kılları ve tırnaklarıyla gelecektir. Kurbanın kanı yere düşmeden önce yüce Hak katında hemen kabul olunur. Bu sebeple kestiğiniz kurbanlardan dolayı sıkıntı değil gönlünüz hoş olsun.” (İbn Mâce, Edahî: 3)

-“Kurban bayramında yapılan amellerden ALLAH-ü Teâlâ katında kurban kesmekten daha kıymetlisi yoktur; daha kanı yere düşmeden ALLAH- ü Teâlâ, onu muhafaza eder. Onunla nefsinizi tezkiye edin, onu seve seve kesin!” (Tirmizi)

-“Ya Fatıma, kurbanının yanına git! Kesilirken orada bulun!
Yere akacak ilk kandamlası ile geçmiş günahların affedilir.” (İbni Hibban)
Daha onun ilk kandamlası henüz yere düşmeden ALLAH tela onu muhafaza eder. Onunla nefsinizi tezkiye edin, onu seve seve kesin!” (Tirmizi)

Ashab: “Pekiyi, kurban kesmede bize ne gibi bir sevap var ey ALLAH’ın Resûlü!” dediler.
-“Kurbanın her bir kılı için bir sevap.” buyurdular.
Ashab tekrar: “(Kesilen kurban koyun, kuzu gibi) yünlü ise ey ALLAH’ın Resûlü (sevabı nasıl olur)?” diye sordular.
Aleyhissalâtu vesselam: “ üzerinde ki, yünün her bir kılı için de bir sevap var!” buyurdular.”  
( İbn-i Mâce, Sünen; Ahmed b. Hanbel, Müsned; Hâkim, Müstedrek.)

-“Kesilen kurban, Kıyamette, etiyle, kanıyla 70, kat büyüyerek mizana konur.” (İsfehani)

-“Sevabını umarak kurban kesen, Cehennemden korunur.” (Taberani)
-“Kurbanlıklarınızı özürsüz, sağlıklı olanlarından seçiniz. Çünkü onlar sıratta sizin bineklerinizdir.” (Deylemi)

-“Ümmetine kurban kesmeleri için emir ver; zira kurban müminin fedaisidir. Tıpkı Hz. İbrahim (a.s.) oğlu Hz.İsmail’in (a.s.) kurban ederken kurban yerine gönderilen Koç’un fedaisi olduğu gibi…” (Gunyet’üt Talibin)

*Yalnız ibadet amacı ile Kurban kesenler:
Kurban bayramı gelmeden, Kurban ayı olan Zilhiccenin İlk on günü faziletini umarak oruç tutmaya başlanır.
“ALLAH-ü Teâlâ’ya -içinde kendisine ibadet olunan- en sevimli günler Zilhicce’nin (ilk) on günüdür. Her bir gününün orucu bir senelik oruca, her gecesinin ihyası da Kadir Gecesi’ni (ibâdetle) ihya etmeye denktir.” (Hadîs-i Şerîf, Sünen-i Tirmizî)

Takva sahibi Müslüman, bayram yaklaşırken İbadet olan kurbanını dini hükümlerin gereğince kesip kesmeyeceğini, bilirkişilerden fetvasını alarak hareket eder. Eğer kesecekse, (inançlı biri) maddi külfetine hiç bakmaz. En ufak şek ve şüphelere mahal vermeden, Kurban olacak hayvanı yalnız veya birlikte keseceği kişileri özenle seçer. Çünkü ALLAH’ın rızasına uygun düşecek İslami şartları yerine getirmeye çalışır.
Kurban kesimin de işinin ehli kişilere vekâlet bırakır. Hayvanı keserken eziyet etmemeye dikkat eder. Kurbanın sırtını, yüzünü sıvazlayıp severek, tekbirlerle kesime hazırlar.
Kestiği kurbanın, mali kilosunu ve beden yorgunluğunu kıyaslayıp ta hesaba katmaz.
Kurbanı her aşamada, ibadet olarak düşünerek Cenab-ı ALLAH’ ın rızasını ve akabinden ondan alacağı hediye sevabını bekler.
Kestiği kurbanından dağıtacağı et paylarını (etin en güzelinden) özenle seçerek yardıma muhtaçlara ve o’ yıl kurban kesmeyen yakın ve komşularına, (kişisel algı hesabına düşmeden) ALLAH rızası için bölüştürerek verir.
Bayramı en içten sevgi ve hoşgörü duygular için de, en yakın aile bireyinden başlayarak akraba, dost ve komşuların hatırını alır. Dünyadan yakınları göçmüş ise, onlarında kabirlerini dualarla ziyaret eder. Haytta olan sevdikleri, küçük, büyük ayırt etmeden (ben ondan büyüğüm; o beni arayıp sorsun benliğine düşmeden) birbirlerine iletişim kurarak bayramını en içten muhabbetle bayramını teprik ederek kutlar.…

(Bayramı bayram gibi yaşamak isteyen Müslüman, aile ve çevresinden kopmuş; bayramın ruhundan habersiz kişiler gibi, tatil bölgelerine gezmeye gitmez…)
Dini bayramlar ne nefise ziyafet verilecek Et bayramı, ne de keyfe keder tatil beldelerin gayri meşru mekânların da eğlenip geçirilecek turistik tatil günleri değildir. 

Kurban... Hakk-ı kendini dostluğun sadakatine adanmış İbrahim-i, şeksiz samimi teslimiyetin uğruna, canını Kurban koyduğu İsmail-i dir;  Mü'minlerin mubarek kurbanı ve onun la hak ettiği kutsal bayramıdır...
***
“ALLAH-ü Zülcelal, cümlemizi emri rızasına uyarak, Resulullah’ın izinde hayat yaşayıp yoluna Kurban olan ve her iki dünyada gerçek bayram edenlerden eylesin. Âmin…”

23.09.2015
Aydın Suyak


24 Ağustos 2015 Pazartesi

Aydın Mescit (Hikâye)


Herkes, bir kaç sanat öğrenip kendi dalın da hayatını kazanmanın yollarını aramaya koyulur.
Karşısına çıkacak, küçük büyük engelleri aşmak için göz önüne almak zorundadır. Bunlar bazen kişisel karakter özelliği olan iletişim, bazen gideceği yerin çeşitli idari şartlarda farklılıklar önüne çıkabilir. Şerefli kişi,geçimini alnının teri ile kazanıp, namert de muhtaç olmamak için, her zorlukları göğüsleme hazır olmalıdır. Ekmek kavgasını namusu ile kendine ar edinmiş olan çevresinin “Molla” diye isimlendirdiği vatandaşımız, yurt dışında bir işin umut imkânı düşüp yaban ellere çalışmaya niyetlenip götürecek kişi ile irtibata geçer. Götürecek aracı kişi, vereceği iş güvenceliyi karşılığın da kendine masraf vb. adı altında kişilere özel bir ücret ister. Çünkü bulunduğu ülkede işsizlik dar boğaz da olduğu için, bunu bir fırsata dönüştürmek amacı ile bu yolu seçer. Çaresiz; Molla kardeşimiz de kendisi de sunulan şartları kabul edip gidecek kafileye katılır.
Gün gelir, gurbet yolculuğu karadan başlayıp varacağı ülkenin havalanın da servis aracı ile devam eder. Çalışacağı şirket, bunlara bir araç gönderip hava alanından alıp kalacak olacakları işçi şantiyesinde ki kampa taşır. Kısa bir yolculuk esnasında sonra işçilerin, Türkiye de ki yuva ve yurtlarından başlayan 24 saat süren yolculukları, yurtdışında ki Türk şirketinin kurmuş olduğu işçi şantiyesinde son bulur.
Kalacak kampın önüne inen işçiler, daha önce gelip de burada bulunan kendi eş, dost akraba yakınları tarafından sahiplenip kaldıkları koğuşlara birer, ikişer herkes kendi adamının valizine yardım ederek yanlarına alıp götürürler.
Mollanın da,  burada sahiplenen bir yakını bulunmadığından kampın önünde kalakalır. İçlerinden yaşça büyük olanlar bakar ki, bu adamı kimse yanına almamış.  “Yav hemşerimizdir ayıp olur” düşüncesi ile kaldıkları alt, üstlü çift ranzalı 8. yataklı kapasiteden oluşan kendi koğuşlarına, (Gurbette daha en başından yalnız kalan) Mollayı ihtiyat la yanlarına ister istemeyerek alırlar.

Yeni gelenler diğerleri ile birlikte, ertesi gün sahaya çıkıp işe çalışmaya başlarlar. Günler, aylarca sabah işe, akşam koğuşa kalıplaşan işçilerin gurbetteki günlük yaşamları; aynı kişiler, aynı iş, aynı yemek, aynı yer, hep aynı, aynı böylece her gün biraz daha stres katlanıp üstlerine yüklenerek (sıkıcı ortam da sosyal hayatsız) monoton biçimde, kişilerin sabrını zorluyarak zor geçmeye başlar.
Bulunduğu çevrenin ortamına geçiminin hatırına mahkûm olan kendi, kedine idare etmeye çalışır. Eğer buralar da güçlü iradesini çalıştırarak İnsan, kendine göre “aklını kullanırsa, bir moral amacı olacak yararlı uğraşlar arayıp yaşamını renklendirecek küçükte olsa hayatın keyfin den mutluluk arar.

Bunu başaramayan kişiler ise, kendi nefislerinin egosuna kapılıp zayıf iradelerine yenilerek düştüğü rusal bunalımların tepkisi ile huzursuz halini başkaları ile takaşıp uğraşarak onur ve şahsiyetini kırıp oyuncak yerine koyduğu ve gayri meşru hoş olmayan çeşitli yollarda çözüm imkanı bulmaya koyulur.

Böyle bir ortamda Mollayı karakteri zayıf şahsiyetsiz kişiler, yaban ellerde garip kalmış zavallı bu İnsanı hedef haline getirip her fırsatta rahat bırakmazlar.
Yediğine, giydiğine, gezdiğine, yattığına, ibadetine, çalıştığına bin bir bahane ile orda, bur da eleştirerek haksız yere kendi araların da acımasızca çekiştirip dışlamaya başlarlar.
Fakat hayatın neresinde olursa olsun ALLAH’ ın izni ile bu inançlı garip İnsan,
her kişilerle değişik ortamlar da karşılaşıp aklıselim ile çözümünü bulup bir şekil de, zorlukların üstesinden gelmesini başarmıştır…
Yine burada kendine kötülük eden arkadaşlarını diğerlerinden ayırmadan iyi yola sevk etmek amacı ile bunlara, mesai dışı saatlerin de akşamları (her zaman her yerde yanında bulundurduğu) Kur-an öğretip dini kitaplardan nasihatler okuyarak faydalı olmaya çalışır.
Ekip başı başta olmak üzere büyüklere Molla bakar ki, bazı arkadaşlar namaz kılmaya başlamış. Bunlara kampın bir köşesin de ufak bir mescit yapalım diye düşündüğü kendi fikrini yöneticilere usta başının yardımı ile iletir. Onlarda mollanın herkesin kötü alışkanlıklardan uzaklaştırmaya ve onların iyiliğine çalıştığı örnek gayretinden haberdar oldukarı için, kayıtsız kalmazlar.Üst yönetiçiler de, memnunluğunu ifa de ederek belirlenen müsait bir yere işçilerin iş gücü imkânları ile Mescidi el elbirliği içinde inşa ederler. 
Koğuşlarında bazı namaz kılmaya çalışan işçi arkadaşlar, yeni yapılan ufacık mescitte artık namazlarını orada kılmaya başlarlar.
Arkadaşlar, aralarında, yaptkları mescit adına hoş bir de espri çıkarırlar:
-Nerden geliyon?
-Aydın Mescitten.
-Nere gidiyon?
-Aydın Mescitte.

İnsan olan “adam dediğin adam” her gittiği yerde, arkadaşlarla iyi geçinip geriye güzel hoş bir anı bırakmalı…
Çünkü erdemliğe ulaşmış biri bilir ki, dünya hayatı hiç kimselere zülüm ve yahut sefasını çektiği şu fani âlemde sanmaz ki, birilerine sonsuza kadar baki kalır.
Her birimiz, takdir olan kendi kaderini vakti zamanı geldikçe, bir şekilde yerin de yaşayıp görerek ilahi bir imtihandan geçmiş olacak.
Geriye kalan ömrümüzün acı ve tatlı anıların içinde ki yerlerde, rol alan kişilerin bıraktıkları izlerin iyilik ve kötülüğü yıllar geçse ve yine hatırlandıkça bilin ki unutulmaz...
24.08.2015
A.Suyak