19 Nisan 2015 Pazar

Ulusal Egemenliğimiz Kimlerde?..




Ulusal egemenlik: 
Yüzyıllardır,Türk ulusu kendine özgü yaşamı ile ruhun da vardır.  Türk İnsanın yegane amacı: ferdinden devletine kadar top yekûn öz vatanın da bağımsızca mutlu, refah için de yaşamak en tabi unsurudur.
Ulusal egemenlik, her devletin halkına kazandırdığı vaz geçilmez anayasal demoratik temel hakkı değilmi?.
Neden, halkımız hak ettiği başka ülkeler yanında saygınlığına sahip olamıyor? Çünkü kendi toplumuna, yurduna, devletine ve nihayet insanlığa faydalı hizmetler yapmasına ülke ve milletin üzerinde erişilmez  hanedanlığına sahip  hakimiyeti ile hükmettiği (karanlık güçlerin) mevcut düzeni engel oldu! Ülkemiz kendi ayakları üzerinde durup başkalarına yük olmadan bütün dünyaya örnek olupta, gerekli yeniliklerin dahisi olarak, kendi ve diğer dünya insanların hayatını kolaylaştıran çeşitli hizmetler verememiştir.
Ecdadımız Osmanlı, ulusal egemenliği temsil ettiği dönemler 17, yüz yıla kadar yükselme dönemleridir. 17, yüz yıldan sonraki gerileme dönemine yavaş, yavaş devletin yönetim kadrosuna yerleşip, kendi hakmiyetlerinnin altına itilmeye mahkum edildik! Büyük, üstat baronların kurduğu kaptalist ve empeyalist düzenin birleşik çabaları sonucu, devletin en uçra köşelerine sinsice yerleşen hain güçlere bağlı satılmış işbirlikçileri tarafından sistematik olarak ulusal egemenliğimizin üstünde ki, egemen güçler) bizleri biz yapan asıl kimliğimize sahip olamadık! Milli şuurumuzu zehirleyip,Şanlı tarıhimizi yaratan ecdadımıza, yalan iftira, çirkin karalama propagandaları ile yeni nesillerimizi geçmişinden nefret ettirilerek Anadolu halkının asil genetiğini bozup, özümüzden uzaklaştırdılar!

"Ulusal egemenliğin yoksa, egemenliği elinde tutan kuvvetler (ulusal hain güçler) bunları size yaptırırlar mı? Bunlar, bizleri hiç müsaade edipte gerçekten bağımsız ederler mi?"

Asırlarca, medeniyetimizle çakışan haçlı batı ile yaptığımız kanlı savaşları meydanlarda kazandığımız, ulusal egemenliğimize dayatmaca yasakları ile batı yasalarını “Müslüman halkımızın medeni kültürüne ters düşen” dinsel örf, adetlerini ideal, modern medeniyet diye halkımıza getirdiler!
 Asıl egemenliğimiz o’ günden bu yana temelinden peyderpey değiştirilip kaybolması için, asimilasyon edilerek kanunlarla yabancı ülkelerin kültürel işgallerinden başlayarak esaretleri altına alındık?
25, Kasım 1925: Kıyafet devrimi. “Şapka yasası” kanunlaştı.
 Eskiden giyilen başlık türlerini bırakın giymeyi hakkında yazı yazmak bile yasaklandı.
30, Kasım 1925: Tekke, Zaviye ve türbeler kapatıldı.
26, Aralık 1925: Takvim ve Saat devrimi yapıldı. Hicri ve Rumi takvim kullanmak her şekliyle yasaklanıp, yerine 3. Papa Gregorius adına nispetle “Gregoryan takvimi” adı verilen ülkemiz Miladi (Hıristiyan) takvimine geçildi.
17, Şubat 1926; İsviçre Medenî Kanunu Türkçe’ye tercüme edilerek “Türk Medenî Kanunu” adı verildi.
1, Mart 1926: İtalyan Ceza Kanunu tercüme edilerek “Türk Ceza Kanunu” adı verildi. Yine aynı tarihte bütün orta dereceli okullardan din dersleri kaldırıldı.
28, Mayıs 1927: Binalar üzerindeki tarihî kitabe ve tuğraların kazınması hakkında kanun çıkarıldı. Dünyada görülmemiş bir tarihi eser katliamı başlatıldı. İstanbul Üniversitesi merkez binasının kazınmış olan tuğrası buna mühim bir örnektir.
10, Nisan 1928; Lâiklik kabul edildi. Anayasadan “Devletin dini, din-i İslâm’dır” ibaresi kaldırıldı. Milletvekili yeminlerinde “vallahi” yerine, “Namusum üzerine” lafı getirildi.
3,Mayıs 1928: Rakam devrimi yapıldı.

3, Ekim1928: Harf devrimi yapıldı. Dünyada ilk defa, bir milletin bin yıldır kullandığı yazı alfabesi değiştirilerek, okuma yazma oranı bir gecede “sıfıra” indirildi. İslâm harfleri atılıp Lâtin harfleri alındı.

Diğer dünya devletlerine bakalım:

“- Çin, Japonya, Hindistan, Kore, Arap dünyası, Gürcistan, Ermenistan, İsrail, Habeşistan... Daha nice ülke ve halk yazılarını kendi alfabeleriyle veya yazı sistemleriyle bin yüz yılları geçkindir okuyup yazıyor. Bu ülkeler, gelişin dünyadan uzaklaşıp yobazlaşarak şimdi geri mi kaldılar?”

Milli Şef” İnönü’nün Harf inkılabı için itirafı:

"- Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.(…) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. (…) Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı."
Kaynak: İnönü, Hatıralar C.II s 223

1Ocak 1929: Arapça, (Osmanlıca) harflerle dilekçe ve kitap vb. yazılması yasaklandı.

1 Nisan 1931: Ölçü ve tartı devrimi yapıldı. Bin yıl boyunca kullanılan ölçüler atılıp, yerine Avrupa’da kullanılan ölçü ve tartı birimleri getirildi.

Bu devrimler, iktidarı ele geçiren dokunulmaz zümrenin, toplum da devlet eliyle yasalar çıkarıp yeniden şekillendirme projesinin bir ürünüydü; fakat İktidar, halkın geçmişiyle olan tüm milli ve manevi bağlarını koparıp yepyeni bir sayfa açmak istiyordu. Ancak bu sayede kendileri halk nezdinde meşrutiyet kazanacağını düşünüyordu. Avrupa karşısında “ teknolojide yenilmişlik psikolojisi”, devrimleri uygulayan kadronun bilinçaltına motive eden en etkin unsurdu. Bu unsur,  halk tarafından söz konusu kadronun kendine ait tüm icraatlarından nefret etmesine yol açtı. Buna batıya ait medeni değerlerine hayranlığı da eklemek gerek. İşte devrimler, bu psikolojik savaşlar arak kamara, kulislerde düzenlendi. Devrimleri yapan kadro, kendine ait ideolojik değerleri her gördüğünde siyasi yenilgisini” hatırlıyordu. Bu onda milletin öz değerlerine saygısız olan kini bir kat daha arttırıyordu. En sonunda bu süreçte “ halk kendilerine nefret” noktasına varıp dayandı. Zaten devrimlere yönelik çeşitli illerde halkın yapmış olduğu ayaklanarak gösterdiği tepkiler karşısında inkılapçı kadronun uyguladığı şiddet ve kanlı uygulamalar, ancak böylesi bir psikolojik savaş açtığı gerçeği tarihe yansıtılmayan bilinmedik daha nice gizli olaylar vardır.
Milletimizi ilmi teknoloji ile bezenip, öz kaynaklarından faydalanarak üretkenliğini  artırmak için geliştirilmedi; Çünkü hep başkaları için çalıştırılma gayreti ile toplumuz yabancı sermayelerin tekeline geçerek, kendi malını üretemez( dışa bağımlı) konuma getirildi!

 Miletimize yaraşır biçim de İnsan yetiştirilmeyen önceki  tarihi dönemlerden bu günlere kadar, ulusal egemenliğimiz halkın eğitim, savunma, sanayi, ticari, ekonomi, adli, güvenlik  kamu kurumlarına yerleşen dış şer mihrakların içimizde ki, maşa idarecileri tarafından yavaş, yavaş sindirilip uyutulduk. Uyanık olup karşı çıkanları da tesirsiz hale getirdiler! Vatanı gizlice içten işgal eden güçler, Ogün’den bugüne kadar halen gerçek milli egemenliğimizi kaybettiğimiz geri kalmışlğın kör bir dönemin döngüsü içerisindeyiz. Çünkü yarınlara güvenle sahip olabilecek deva sal genç nesil İnsan kaynağımızı, mukaddes vatan ve milletin huzur ve refaha ermesi için (bilinçli geliştirilip) yetiştirmediler!
Milletimizin halkını temsil eden mecliste  “Kayıtsız şartsız hakimiyet (egemenlik) milletindi” hani?...

Ulusal Egemenlik  “Çocuk Bayramınız “ Kutlu Olsun

Asırlara dayanır kutlu davamız,
Tapınaklarda yarın kurdurdular,
Cumhuriyet sizin diye avuttular,
Demokrasi diye hayâsızca yatırdılar,
Laik diye “Dinsiz” uyuttular,
Besmelesiz inkılaplarla kaldırdılar,
Ulusal marşlarla rap,rap yürüttüler,
Meşhur atamın anısına durdurdular,
Kendilerine yaptıkları Puta taptırdılar,
Kutlu medeniyeti haktan saptırdılar,
Ekselanslardan akılla rota aldılar
Hesabını piyonlara sordurdular,
Ne mutlu Türk’üm diye ayırdılar,
İstiklal uğruna niye öldüler?
Peydahladıkları piçlerine vurdurdular,
Yer de yatan Azizleri sızlattılar,
Vatanın gelmiş geçmişini ağlattılar,
Kara paraya namusunu sattılar,
Yasal tefeciyi aş’a suya kattılar,
Köleliğe ne güzel kılıf buldular,
“Türk öğün Çalış Güven” diye dinlettiler,
Elbet yerde kalmaz közleşen ahımız,
Haydi, çocuklar bayramınız kutlu olsun…

Konumun sonuç itibari ile yazımın başından beri, aklıselim olan her vatandaşıma soruyorum:
“Ulusal Egemenliğimiz kimler de?..
- Milli Meclis, ulusal egemenliği sağlayacak kararları almak ve hükümete uygulatmak şöyle dursun zaman, zaman kendi varlığını bile sürdürmekten ziyade darbelerle sekteye uğratıldı. Çünkü demokratik olarak Millet kendi egemenliğini bir nebze olsun temsil edebilecek yola zemin hazırlandığı vakit, oluşan yönetimleri fes ederek, halkın iradesini iç ve dışarıdan karanlık gizli güçler tarafından devletin üst düzeyindekilere balans ayarı ile uzantılı kollarını kullanarak, egemenliklerinin elden gitme korkusu ile” Milli egemenliğimiz” müdahaleye uğradı.
Bu söylediklerimizin hepsinin oluştuğu toplumlarda, kaybedilen bağımsızlığın ulusal egemenlik olduğu da tam olarak ifade edilemez; birçok nedenler sayılmaya ve ortaya dökülecek olursa, burada sayfalar dizi alır.
Yerleşik düzenin her zaman uyguladığı asıl amaç, millete güncel tezler içinde yapay gündem oluşturup oyalamaktır. Bunlar ulusal egemenliği eline geçiren güçlerin bilinçle yaptığı 17, asırdan beri büyük ustalıkla yukarıdan aldığı emirle askeri, siyaset, medya, sivil toplum kuruluşları, vb. “figüranlar” tarafından zamanına göre sergiledikleri çeşitli oyunlardır!

“- Eğer gerçekten Ulusal egemenlik sistemi varsa ve ulus buna sahip çıkıyorsa, sistemin dışa yansıması olan bağımsızlığı devlet koruyorsa; ancak bu durumda bireyden devlete kadar her kesim işte, özgürce, insanca, demokratik yaşayabilir; Ulus’un şeref namusunu, yaşamındaki, refahını koruyup Her alanda güçlü millet, güçlü devletin gelişmesi ile hâkimiyetini sürdürebilir! Yabancı, istilacıların elinden hak eden egemenliğimizi sömürülmekten “O” zaman ancak kurtulabiliriz!..”
 Bunlar nedir? Yurttaş, ulus ve sosyal devlet yaşamının vazgeçilmezleridir. Bunlar yoksa gerçek bağımsızlık unsuru yurttaşlık da, ulus da, devlet de, millette, kâğıt üzerindedir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin asıl kuruluş felsefesindeki temel ilke; “ dünyadaki, devletlerin arasın da Anadolu insanı haysiyetli ve şerefli milletimiz süper güç olarak dünyada gururla ilelebet yaşamak içindi!… Aziz milletimizin,  bütün dünya üzerindeki Ülke ve milletlerinden asil medeniyeti daha kıymetli gurur ve kabiliyet karakteri ölçülemeyecek kadar çok yüksek ve büyük millettir!

"- Milli egmenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahatla yanıp yok olur.
Milletin esareti üzerine kurulmuş düzenler, her yer de birgün yıkılmaya mahkumdur"! (1929 Atatürk'ün B.N., S.82-83)

***
19.04.2015
Düzenlemeyi hazırlayan: Aydın Suyak









13 Nisan 2015 Pazartesi

Hüdâ Aşkına Doğan



Derinlerden geliyor adı loşun nefesi
İnsanlık kölemiz der İmansız keferesi
Dünyaya bulaşmış dağılan pis gübresi
**Afsunlu kokusuna âlem sarhoş oluyor
*** Bilmem nasıl etmeli la havleye dayanın

Güneş doğdu doğalı kara belalar gezer
Başsız bulduklarını melunlar tek tek ezer
Üç nehir arasına gizli planlar düzer
**Şeytanın aklı ermez nice hesap biliyor
***Yeminle namert olsun davasından cayanın

Hilal uğruna can veren Alpler durunca
Zinhar iblis neferi yaman tuzak kurunca
Gafil serkeş millete tokmağını vurunca
**Al kanla yatan şehit atamdan ses geliyor
***Ey üstümüzde yaşayan ölüler uyanın

HÜ da aşkına doğan kendini seme koyma
Ezelden beri hürsün dünyaya boyun eyme
Menfur son kale düştü dermiş sakın duyma
**Şanlı medeni akça ülkün nerde kalıyor
*** Gelin başını birlikte ezelim çıyanın

Yâ Rab ulu bir başlık gönder cümle cihana
Öyle muhtaç ki kurtarıcı kutlu Sultana
Her birimiz dağıldık arzda ki tüm sahrana
** Yetim ye temalar hep emanlar diliyor
***Asırlardır kederle mahzun HAK bir diyenin
13.04.2015
Aydın Suyak

3 Nisan 2015 Cuma

Çanakkale Ruhundan İbretlik Hikâyeler


Bilinmelidir ki, tarihin bittiği yerde, milletle devlet biter, insan biter, iz'an biter, nihâyet bulur. Millet, târihinden ibârettir. Onu târihinden koparırsanız, geriye şuursuz insan yığını kalır. Geçmişin devrettiği unsurların zenginliği oranın da gelecek yeni eserler ve yeni nesiller yarına güvence olur. Milletlerin bekâsı, hassas, manevi duygular ile seviye kazanmış bir ruha sâhip olan nesiller yetiştirmekle mümkündür. Çocuklarına, Çanakkale destânını anlatarak sağlam bir gençlik meydana getiren nesil, îmânının, milletinin ve bütün maddî ve mânevî değerlerin sâhibi olacaktır. “Tarihini Bilmeyenlerin Coğrafyasını başkaları çizer” sözünü hiç bir zaman unutmayalım!
Toplumların geleceği tarihe dayanır. Sağlam tarihi temellerden yoksun olan toplumlar siyasal, ekonomik ve kültürel alanda büyük gelişmelere yol açabilecek güçlü adımlar atamazlar. Tarihin verileri geçmişin yorumlanması, günün değerlendirilmesi ve geleceğin tahmin edilmesinde vazgeçilmez bir yer tutar.

 Gazi, Mustafa Kemal ATATÜRK, Türk askerinin Çanakkale Savaşı'nı kazanmasını sağlayan Çanakkale’nin yüce ruhunu şöyle dile getirmiştir:
"Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Yalnız size Bomba Sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor. İkinci siperdekiler onların yerini alıyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkül ile biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor.
Sarsılmak yok. Okumak bilenler Kur'an-ı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor.
 Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur." (Gençcan, a.g.e., s. 64)
Fazıl Bayraktar, Mustafa Kemal’in kumandanlığını yaptığı 57. Alay için kaleme aldığı “Hakka yürüyüş Destanı” adlı şiirinde ecdadımızın Çanakkale ruhunu şöyle ifade etmektedir.
“Aldık abdestimizi birer matara suyla; Bekleriz şahadeti ibadet sükûtuyla.
Hücum borusu çaldı, her birimiz bir yerden, Tekbir uğultusuyla fırladık siperlerden.
İman dolu göğüsler, bir volkanik dağ gibi,/Yürüdük manga manga, bölük bölük, çığ gibi.
Elazığlı, Konyalı, Sivaslı, Ankaralı; Burdur, Çankırı, Rize, Tekirdağ Malkaralı
Künyemiz Ayıntaptan, Afyondan, Adana’dan/ Doğmuş gibiyiz sanki hepimiz bir anadan.
Bir mangada on kardeş, bir bölükte yüz kardeş,/Her birimiz bir bölük, düşman askerine eş.
Kimimiz delik deşik, al kanlara bulanmış;/ şehadet şerbetiyle Hak Rahmetine kanmış.
Yaralanıp düşenler, mahzun mahzun bakmakta,/ O güzel gövdelerden sel gibi kan akmakta.
Savaş değil de sanki toydayız, düğündeyiz/ Kulun Hakk’a vardığı bir mukaddes gündeyiz.
Toprağı santim, santim mühürledi kanımız;/ Ey vatan! Senin için feda olsun canımız...”
Düşmanlarımız Çanakkale’den “askeri” olarak geçememiştir. Ancak, o günden sonra düşmanlarımızın asıl hedefi milletimizi ayakta tutan manevî değerleri ortadan kaldırmak, gençliğimizi Çanakkale ruhundan uzaklaştırmak olmuştur. Çünkü onlar iyice anlamışlardı ki, yüreklerde Çanakkale ruhu, gönüllerde iman ve vatan sevgisi oldukça Çanakkale’yi geçmek değil, bu milletin elinden bir karış vatan toprağını almak ebediyen mümkün olmayacaktır.

*Türk anası ne düşünüyor?
“... Zavallı valide ciğerparesini bir daha kokladı. Dedi ki: Hüseyin... Dayın Şıbka’da, baban Dömeke’de ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale’de yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse sütlerim haram olsun, öl de köye dönme. Yolun Şıbka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi, oğul, Allah yolunu açık etsin.”
(Oğlu Asker Hüseyin'i teşyî' ederken [uğurlarken])
Sonbaharın aysız gecelerinden biriydi. Bulutlar birbiri üzerine yığılmış, hava toprakla bu bulutlar arasında sıkışmış, ağırlaşmış göğüs darlığı çeken insanlar gibi sıcak dalgalarıyla teneffüsü boğucu bir tazyik altına almıştı. Karanlık o kadar yoğun idi ki sakin yıldızlı geceler bu korkunç karanlığa nispetle adeta gündüz sayılabilirdi. Yağmur bardaktan boşanırcasına dökülüyor. Şimşekler, gökleri yere indirecek gibi yıkıyor, parçalıyor, güya cenge koşan askerleri top ve bomba bombardımanlarına alıştırmak istiyormuş gibi kulakların zarını patlatacak derecede kesilmeksizin devam ediyor, yıldırımlar birbirine rekabet edercesine zikzaklı ve ateşli hatlar çizerek tesadüf ettiği tabii ve sınaî her tabyayı tahrip ve ihrakta olanca şiddetiyle çalışıyordu. Tabiatın kıyametten bir numûne olan bu dehşetli hengâmesi arasında beşerin kudret ve azmine delil olacak bir askeri faaliyet, bütün intizamıyla, bütün sakinliği ve ihtişamıyla devam ediyor; harekâtına zerre kadar halel getirmeden bir dakikasını bile kaçırmıyordu.
Bilecik İstasyonu’nda bir askerî tren harekete âmâde idi, lokomotif istim hazinelerinde fazla geleni keskin bir hışırtıyla semâya savuruyordu, otuz iki vagon birbirine yapışmış, şanlı yolcularını taklid edercesine dizilmişti.
İkinci kampana çalınmış olmalı ki vagonlara inen binen yok. Fakat askerî trenlerin ikinci kampanalarıyla üçüncü kampanaları arasında epeyce zaman geçtiğini biliriz. Sivil yolcu trenlerinin ân-ı hareketini ihtar eden kondüktörlerin “Tamam, tamam” nidaları askerî bir trenin harekete hazır olduğunu itham edemez. O sağdan saydıran, mevcudun adedini anlatan başka bir usule, başka bir ‘tamam’a tâbi olduğundan askerî memurlar bütün mevcudiyetleriyle çalışıyorlar, vazifelerini ikmâle uğraşıyorlardı.
Trenin tam karşısında ve kapısı açık kırk beşlik bir vagonun hizasında bir karaltı vardı, oraya mıhlanmış duruyordu. Abdulkadir Kemal bu karaltının ne olduğunu anlamak istemişti, evvela nöbetçidir diye hükmetti. Hakikatte bu bir evlâd-ı vatan bekleyen şefkatli bir anneydi.
Yanına yaklaştığı vakit, vücudu manevi kederlerin büktüğü bellerin rükû şeklini andırır bir şekilde biraz önüne doğru eğilmişti. Elinde bir değnekçik sırtında bağlı bir torba vardı. Karaltı, kendisinin sessiz lisanına ve inleyen kalbine tercüman olan mukaddes bir maksatla canlı bir abide gibi orada kakılmış kalmış bir Türk anasıydı. Yıldırımların salıverdiği kuvvetli projektörlerin aydınlığı sararmış, çizgili çehresini gösterdi. Başındaki örtü ıslanmış, çenesine, şakaklarına akçıl saçlarına yapışmıştı. Şimşek çaktığı her kısa zaman aralığında gözleri vagona yöneliyordu.
Abdulkadir yaklaştı:
- Valide burada ne duruyorsun? Sualiyle aşağıdaki konuşma başladı:
- Şimendiferde asker oğlum var; onu geçirmeye, selametlemeye geldim.
- Oğlun kimdir, nerelidir?
- Söğüt’ün Akgünlü köyünden, Osmancığın ana yatağından Mahmud oğlu Hüseyin...
- Çağırayım mı, görmek istiyor musun?
- Ona bir sözüm var, söyleyecektim. Zahmet olmazsa, sana duâ ederim.
Abdulkadir vagona koştu. Bir künye okudu. Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt. Bir ses:
- Efendim. Benim Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt. Akgünlü’den.
- Gel oğlum, seni anan görmek istiyor.
Delikanlı vagondan atladı. Şimşeğin ışığı altında seçilebilen levendine bir vücut, filiz gibi bir boy, Hüseyin Polat, taştan heykel gibi hazır ol vaziyetinde sağ el selam ve ihtiram mevkiinde Abdulkadir’in karşısında emre âmâde idi. Beraberce yürüdüler. Muhterem validenin karşısında durdular. Hüseyin anasının elini öptü. Zavallı valide ciğerparesini bir daha kokladı. Dedi ki:
- Hüseyin... Dayın Şıbka’da, baban Dömeke’de ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale’de yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse, sütlerim haram olsun, öl de köye dönme. Yolun Şibka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi, oğul, Allah yolunu açık etsin.” dedi.
Hüseyin bu sözleri kalbinin en derin ahd ve vefa yerine gömdüğünü îma eden bir saygı ile dinlemişti. Anasını ve Abdulkadir’i selamladı, gitti. Abdulkadir, bu büyük ruhlu kadınla yalnız kalmıştı, sordu:
- Valide demek ki sizin soyun erkekleri hep şehit oldular öyle mi?
- Yalnız bizim soy değil, oğul. Elli yıldır köylü, mezarlığa delikanlı gömemedi. Din dursun da; ko biz hep ölelim.
- Şimdi köyünüzde hiç erkek yok mu?
- Köyümüz bütün erkek dolu.
Bizi beğenemediniz mi, hiçbir işimiz geri kalmadı. Evvelden nasılsak yine öyleyiz, bağrımıza kara taş bağladık düşman mahvoluncaya kadar dayanacağız. Yaradanım bana o günü göstermeden canımı almasın dedi. Abdulkadir bu ulu validenin karşısında donmuş kalmıştı. Dayanamadı, gözlerinden iki iftihar damlası salıverdi ve bir îman ve kanaatle şu sözleri söyleyerek ayrıldı:

(Milleti doğuran da ana, yaşatan da. Türk anası hâlâ oradaydı, trenin hareketini bekliyordu.
Harp Mecmuası Sayı: 17, s. 267, 269.)

*“CEVDET DEDE”  “BABAN GELİRSE BENİ HEMEN ÇAĞIR HA..!”

Cevdet dede Balıkesir’de Ali Sururi İlkokulu karşısındaki boşlukta, eski ayakkabı tamircisi, kır, pala bıyıklı bir ihtiyar olan Cevdet (Alkalp) dede vardı. Bir akşamüstü konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. Ve devam etti…:

“Rahmetli babam, Hafız Ali Çanakkale’de kaldığında, anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu.

O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayı milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı… Çocukluğumuz hep ekmek peşinde, sıkıntıyla geçti.

Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta, her nereye giderse yanıma gelir ve:

- Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!

- Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!

- Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..! derdi.

Anam babamı bekledi durdu..

Büyüdüm, dükkân açtım.

Annem yine her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri söyler ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye eklerdi.

Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı.

Gene hep değneğini kaparak bana gelir ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye tembihlerdi.

Günü geldi ağırlaştı.

Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti.

“Bana iyi baktınız, hakkınızı helal edin” dedi.

Bana döndü yavaşça:

“Baban gelirse ona: ‘Annem hep seni bekledi’ de!” dedi.

Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek:

“Hoş geldin bey, Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.”

Alıntı

(Cevdet Alkalp’le Röportaj Yapan Kişi Araştırmacı Yazar ve Bursa Çınar Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni Mustafa Doğru)

·         "ANZAKLI ÖMER'İN HİKÂYESİ"
·          
·          
·         1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden Doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
·         "Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil. New York’ta Medikal Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuvarda çalışıyorum.
·         Bir hastaya gittim.
·         Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında tabii kendisi ile İngilizce konuşuyorum.
·         - Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?
·         Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim.
·         - Siz Türk müsünüz?
·         Kaşlarını yukarıya kaldırarak " Hayır "manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum:
·         - Peki, bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
·         "Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki:
·         - Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin Bayrağı, benim bayrağım...
·         Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
·         - Siz Türk müsünüz?
·         - Evet Türk'üm....
·         İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:
·         - Yıl 1915. Sen hatırlamasın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım Avustralya Anzaklarından ...
·         İngilizler bizi toplayıp dediler ki: "Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir." Biz de inandık sözlerine vaat etlerine... Savaşmak isteyenler arasına katıldık.
·         Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu:
·         - Bizim yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman. Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi, ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.
·         Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman, zaman...
·         Her taarruz da bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki, onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki, vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim.
·         Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.
·         Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:
·         -Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya...
·         Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime:
·         - Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürdüler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı.
·         Bu duygularla "Yazıklar olsun bana" dedim. "Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum ben. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış" diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce.....
·         Nihayet bize serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu, bayrağın esrarı işte bu!
·         Benim gözlerim dolu, dolu ihtiyara bakarken o devam etti:
·         - Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarıma iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk...
·         Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türk’le karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum.
·         Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler misiniz? Dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu:
·         - Peki, niçin Ömer ismin, vermişler sana?
·         - Babam Müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
·         - Yahu senin adın Müslüman adı mı?
·         Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ban mani olmak istedim. Israr etti.
·         Ama niye ısrar ediyordu?
·         İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu soluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
·         - Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
·         - Olsun
·         Peki, doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?
·         Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar gelmişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için konuşamıyormuş!
·         - Tabii dedim Müslüman olmak çok kolay.
·         Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlatırım. Kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu.
·         Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet'e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı. ...Mırıldandı:
·         - Siz Müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek ALLAH'ımı ansam olur mu?
·         Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakkı'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim.
·         Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu.
·         Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica ettim.
·         - Beni yalnız bırakma olur mu?
·         - Ne gibi Ömer amca?
·         - Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
·         O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu.
·         Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum; hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!"
·         Dedim ki içinden "Bizim Ömer amca galiba yolcu? "hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi:
·         Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.
·         Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti....
·         Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.
·         "Ne yalan söyleyeyim, ağladım."

·         BİR ÖMÜR VEFÂ
·          
·         Balıkesir’de hiç evlenmemiş ve «Yedi Bekârlar» ismiyle anılmakta olan hanımlardan birisi berber Hayri Bey’in halası, bir gün vefât eder. Cenâzesinde birkaç akrabanın dışında kimse yoktur. Kılınan cenaze namazından sonra mevtâyı takip eden topluluk kabristana gelir ve kendisi için açılan mezara büyük bir îtina ile yerleştirilir. Tam üzeri kapatılacakken, oradaki bir yakını şöyle bir hatırlatmada bulunur:
·          
·         «-Aman unutmayalım, vasiyeti vardı!»
·          
·         Biraz sonra, bir kese dolusu diş ile birkaç torba saç getirilir ve mevtânın üzerine konulur. Sonra da defin işlemi tamamlanır.
·          
·         Cenâze merâsiminde bulunanlardan birisi merakla sorar:
·          
·         «-Bunlar da neyin nesi? Niçin mezara konuluyor?»
·          
·         Bu işin esrârına vâkıf olan bir kimse ise, onun bu merakını şu cevapla giderir:
·          
·         «-Halamızın nişanlısı, nikâhtan hemen sonra daha düğün yapılmadan Çanakkale’ye gitmiş.
·          
·         Bir daha da dönmemiş. Gençliğinde çok güzeldi halamız. Çok isteyenler oldu. Lâkin o, nişanlısının hâtırasını kirletmemek için kimselerle evlenmedi. Mezara konulan diş ve saçlara gelince:
·          
·         «-Yarın mahşer gününde, Huzûr-i İlâhî’de beyim ile karşılaşırsam; «Bu ağızdan, senin adından başka erkeğin adı çıkmadı.» diyebilmek için ağzından dökülen bütün dişlerini biriktirmiş.» Yine «-Huzûr-i İlâhîde ona; «Başıma, saçıma yaban eli değmedi.» diyebilmek için tarağına takılan bütün saçlarını toplamış. Saçlarım şâhid olsun diye torbaya koymuş. Onların da kendisi ile beraber gömülmesini vasiyet etmişti. Bizler de bu vasiyetini yerine getirdik.»

·         İKİ ŞEHİDİN DESTANI
·          
·         1914 yılında Avustralya’nın “Silver City” şehrine yerleşmiş iki Osmanlı orada çalışarak hayatlarını kazanmaktadırlar. Çanakkale Savaşı sırasında Halife’lerinin İngilizlere karşı Sancak-ı Şerifi çıkardığını ve bütün Müslümanları cihada çağırdığını öğrenirler. Bu sırada Çanakkale cephesine gönderilmek üzere Avustralya’dan asker toplanmaktadır.
·          
·         Bu iki genç, şehrin valisine çıkarak şöyle derler:
·          
·         “Halifemiz size karşı harp ilân etmiş. Bizim de buna icabet etmek vazifemizdir. Fakat biz sizin bu kadar zamandır ekmeğinizi yedik. Bırakın gidelim. Sizinle cephede savaşalım. Burada size karşı bir harekette bulunmayı nankörlük sayıyoruz.” Vali gülmüş ve onları reddetmiş:
·          
·         “Bizi tehdid mi ediyorsunuz? Haddinizi bilin, edebinizle oturun yerinizde!” Bizimkiler de:
·          
·         “Eh ne yapalım, bizden günah gitti” diye söylenerek uzaklaşmışlar.
·          
·         Hemen neleri varsa hepsini satmışlar. İki makinalı tüfekle bol cephane edinmişler. Sonra?
·          
·         Sonra da Çanakkale’ye gönderilmek üzere limana sevk edilecek olan Anzak askerlerini taşıyan trenin geçeceği dar bir boğaza gidip mevzilenmişler. Namazlarını kılıp helalleştikten sonra, kazdıkları siperlere yerleşmişler.
·          
·         Üzerinde elde dikilmiş bir Osmanlı bayrağının dalgalandığı bu siperlerin hizasına gelince, raylar üzerine yığılan taşlar treni durdurmuş ve o tren, yedi yüz Anzak askerini ölü ve yaralı olarak orada bırakmak zorunda kalmış.
·          
·         Etraftaki tepelerde kalabalık Osmanlı kuvveti arayan düşman, bütün bu savaşı verenin sadece iki Şehit kahraman olabileceğine çok zor inanmış. Neredeyse bizim bugünkü aydınlarımız kadar gâfil olan ve İslâm’ın gönüllerdeki hâkimiyetini bilemeyen İngiliz valiye de o iki kahramanın mübarek na’aşlarını selâmlamaktan başka yapacak bir şey kalmamış.

·         KORE SAVAŞINDA TÜRKLER
·          
·         " 6 Temmuz 1951, Ramazan Bayramı'nın birinci günü idi. Bu Ramazan'ın çoğunu cephede geçirmiştik. Erat ve subaylarımızdan birçoğunu muharebenin çok zor ve tahammülsüz şartlar, altında dahi oruçlarını tutmuş, buldukları her fırsatta namazlarını kılmış ve Kur'an'larını okumuşlardı. Bu bayram namazını ihtiyat bölgesinin ortasında ve etrafı yüksek kavak ağaçları ile çevrili zümrüt gibi yemyeşil büyük çayırlıkta bütün tugayca toplu olarak kılmayı kararlaştırdıktan sonra içimde bir ürperti hissetmiştim. Beş bin kişi namazda iken maazallah düşmanın bir uçak filosunun taarruzuna uğradığımız takdirde ne büyük bir felakete uğrayacağımızı gözümün önüne getiriyor ve bir türlü gönlüm razı olmuyordu. General Yazıcı'ya taburların kendi bölgelerinde ve ayrı ayrı namazlarını teklif ettimse de imam adedinin azlığı yüzünden imkân görülmemişti.
·          
·         Akşamdan verilen emir gereğince namaz kılınacak yerin dört tarafı uzaklardan ve yakınlardan erkence emniyete alınmış ve birlikler henüz ortalık ağarmadan abdestlerini alarak kendi bölgelerinden çayırlığa doğru gelmeye başlamışlardı.
·          
·         Hava çok açık ve berraktı. Havada en küçük bir parça bulut dahi yoktu. Birlikler çayırlık bölgeye gelirken onlarla birlikte bir sis tabakası da çayırlık üzerine çökmeye başlamıştı. Cemaat çoğaldıkça bu sis tabakası da kesafet peyda etmiş ve 10 metre ilerisi görünmez bir hal almıştı. Bir hikmeti ilahi bu sis tabakası yalnız bu kavaklık bölgeye inhisar etmiş ve bu bölgenin dışında kalan sahada sisten hiçbir emare görülmemişti. Cenabı Hakk'ın Türk birliğini koruduğunun en büyük nişanesi olan bu sis tabakası içinde namazımızı kıldıktan, duasını yaptıktan ve bunu müteakip birbirimizle sarmaş dolaş bayramlaştıktan sonra birlikler kendi bölgelerine giderlerken sis de birdenbire ortadan kaybolmuştu. Allah bizi yalnız burada değil her yerde koruyordu."
·          
(Albay, C. DORA)

-          Çanakkale’yi savaşla  geçemeyeceklerini anlayanlar, milletimizi kamplara bölerek, ırk, mezhep,ideolojik v.b unsurlarla birbirine düşman yapmak istemişlerdir.
-          Milletimizin, nesillerimizin ahlakını bozarak, inancımızdan, İslam’dan uzaklaştırıp, geçmek istemektedirler. Her birimize bu mücadelede büyük görev düşmektedir. Kesinlikle iç ve dış düşmanların bu tuzaklarına düşmeyelim. Uyanık olalım. Çanakkale Ruhunu her zaman hatırlayalım.

Çanakkale’nin siyaset malzemesi yapılmasını çok çirkin buluyorum. Yüce dinimiz bizim nasıl ortak değerimizse, Çanakkale de bu milletin ortak paydası ve değeridir. Tabi bu değerlerden nasibini almamışların Çanakkale ruhuyla yakından-uzaktan ilgisi olamaz.
Bu ülke kolay vatan yapılmadı. Ama vatan edebiyatını çok kolay yapanlar var. Maalesef bu işler edebiyat yapmakla olmuyor. Birileri, vatanını savunmak için 250 bin şehit veriyor, 8 metrede birbirlerine yakın yerlerden ateş ederken korkmadan vatanını, namusunu şerefini, haysiyetini savunuyor; ama bu ülkede vatanı savunuyor gibi görünen birileri de başka şeyler yapıyor.

"Bizi Türkler'in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!.."
 (İngiliz ordu Komutanı Org. Hmilton) şeklindeki itirafı da bu gerçeği sergilemektedir.
Hiç şüphesiz ki bu, askerin yüksek mâneviyatı karşısında Cenâb-ı Hakk'ın bir lutfu idi. Âyet-i kerîmede buyurulan:
"Attığın zaman sen atmadın, ALLAH attı..." sırrının sayısız tecellîlerinden biriydi.
Bu ilâhî yardımı hissedip dile getirenlerden biri de İngiliz devlet başkanı Churcill'dir. Churcill, muhârebe sonrası niçin mağlûb olduğu sebebiyle muhâkeme edilirken itâb edici ağır suâller karşısında iyice darlandığı bir sırada mahkeme hey'etine şöyle haykırmıştır:

"Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale'de Türkler'le değil, ALLAH ile harp ettik!.. Tabiî ki yenildik..."

Bu ilahî yardımlardan bizim için en şereflisi hiç şüphesiz iki cihan güneşi sevgili Peygamberimizin Mehmetçikle beraber olması, kendisine yapılan istimdada (yardım istemeye) –biiznillah- cevap vermesidir. Nitekim savaşın çok kızıştığı bir esnada, stratejik mevkilerimizi teker teker kaybettiğimiz bir hengâmede, Binbaşı Lütfi Bey “Yetiş ya Muhammed, yetiş Ya Muhammed, kitabın gidiyor!” feryatları ile düşman saflarına hücum etti. Onun bu feryadı, yüreği Peygamber sevgisi ve Kur’an hürmeti ile dolu Mehmetçiğimize çok tesir etti. Onlar da vecd içinde, ölümüne düşman siperlerine hücum ettiler. Neticede kaybettiğimiz yerleri geri aldığımız gibi birkaç siper de fazladan kazandık. Peki, Peygamber Efendimiz (A.S) bu veya buna benzer istimdatlara cevap verdiğini nereden biliyoruz?

Yıl 1930. Cemal Öğüt Hoca hacca gider. Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimizin türbedarının kendisine gösterdiği aşırı hürmete şaşırır ve sebebini sorar. Türbedar, “Türkleri sevmem için bir tek hatıram bile yeter” der ve anlatmaya başlar:

“1915 yılıydı. Hindistan’dan gelen veli bir zât Efendimizin kabri başında hıçkırıklarla ağlıyordu. Hıçkırıklar boğazına düğümleniyordu. Sebebini sordum. Bana Ravza’ya her gelişinde Peygamberimizle mânâ âleminde görüştüğünü fakat bu sefer Efendimizi hissedemediğini söyledi. ‘Ya benim kalp gözüm köreldi ya da Efendimiz şu an kabr-i şerifinde değil; bunun sebebini bilemediğimden ağlıyorum’ dedi. Bir şey diyemedim. Fakat onun sözleri kalbimde ve zihnimde yer etti. O gece Resülullah Efendimizi (S.A.V.) rüyamda gördüm. Sabahki hadise aklıma geldi. Ben sormadan Efendimiz izah etti: ‘Hissedilen doğrudur. Ben şu an Medine’mde değilim. ÇANAKKALE’deyim. Zor durumda olan asker evlatlarıma yardım ediyorum.’ İşte sizler Çanakkale’de Efendimizin yardımına mazhar olmuş bir milletsiniz. Size olan sevgimin sebebi budur.”

Bir diğer hadise de savaş esnasında Yarbay Hasan Bey’in başından geçiyor. Kalbi engin bir şefkat ve merhametle dolu olan Yarbay Hasan Bey, Kilitbahir köyünden geçerken yaralı bir köpeğin su içmek için köy çeşmesine yaklaşmaya çalıştığını fakat çeşme başında çamaşır yıkayan kadınların ve oynayan çocukların yarasından kanlar ve irinler akan bu köpeği çeşmeye yaklaştırmadığını gördü. Köpek boynunu büküp çaresiz bir şekilde dönerken olayı takip eden Hasan Bey atından atladı. Akan kanlarına ve irinlerine aldırmadan köpeği kucaklayıp çeşmeye getirdi. Önce bir güzel susuzluğunu giderdi, sonra yaralarını sardırıp karnını doyurdu. Köpek âdeta hayata yeniden dönmüştü. Velinimeti olan Hasan Bey’in peşini bırakmıyordu. Yarbay Hasan Bey de köpeği sevmişti. Ona Canberk ismini koydu. Canberk Türk siperlerinde gündüz savaşlara katılıyor akşam nöbet tutuyordu. Yaraları da artık iyileşmiş, tüyleri yeniden çıkmıştı. Bir gün Fransızlarla yapılan süngü harbinde Mehmetçik başarılı olmuş, düşman siperlerini ele geçirmişti. Yarbay Hasan Bey siperler arasında dolaşıp yaralı olan askerleri cephe gerisinde kurulan hastaneye sevk ediyordu. Bir Fransız askerinde hafif bir kıpırdanma görünce yaralı zannedip yanına yaklaştı. Zira merhamet âbidesi olan Hasan Bey’in engin yüreğinde sadece yaralı bir köpeğe değil, göğüs göğse çarpıştığı düşman askerine bile fazlasıyla yer vardı. Fakat yerdeki Fransız askerinin Canberk kadar bile iyilik bilirliği, kadirşinaslığı yoktu. Yarbay Hasan Bey şefkatle eğilip yarası var mı diye bakarken ani bir hareketle hançerini çıkarıp Hasan Bey’in göğsüne sapladı. Artık Hasan Bey son anlarını yaşıyordu. Askerleri büyük üzüntü içindeydi. Canberk de koşa koşa gelmiş Hasan Bey’in ellerini yalıyor, melül melül gözlerine bakıyordu. Tabur imamı da geldi, başında Kur’an okuyordu. Yarbay Hasan Bey yanındaki askerlere birden “Beni ayağa kaldırınız” diye seslendi. İki asker kollarına girip Hasan Bey’i ayağa kaldırdılar ve Hasan Bey son sözlerini söyledi:

“NİYE ZAHMET BUYURDUNUZ YA RASÛLULLAH?”

Canberk de dâhil bütün herkes ağlıyordu. Fakat yapacak bir şey yoktu. Hasan Bey’in üzerine bir Türk bayrağı örttüler ve şehit düştüğü yeri kazmaya başladılar. Canberk de bayrağın altından girip Hasan Bey’in ayaklarına kapanmıştı. Kabri kazdıktan sonra defnetmek için bayrağı kaldırdılar. Hasan Bey’in sadık dostu Canberk’i ayırmak için dokunduklarında askerlerin şaşkınlığı bir kat daha arttı. Çünkü Canberk sadakatin zirvesine ulaşmış, o da velinimeti Hasan Bey’in ayakucunda ruhunu teslim etmişti. Önce Peygamberimizin ağuşunu (kucağını) açtığı o mübarek komutanı defnettiler, sonra da onun
ayak ucuna sadık dostu  (Köpek) Canberk’i…

Çanakkale’de Allah’ın izniyle Efendimiz’den başka meleklerin ve evliyaullah’ın da yardımları görülmüştür. Savaşa katılmış olan Lâdikli Ahmed Ağa, isminin Kaşıkçı Dede olduğunu söyleyen nur yüzlü bir zâtın cehennemî bir çatışma ortasında, herkesin susuzluk çektiği bir anda askerlerimize su dağıttığını, bu sudan kendisinin de içtiğini söylemiştir. Kaşıkçı Dede, sudan matarasına da koyup “Eğer yaralanırsan bu suyu yarana sür” demiş ve bir iki defa yaralanan Lâdikli Ahmed Ağa suyu yarasına sürünce çok kısa sürede iyileşmiştir. Kaşıkçı Dede, savaştan yıllar önce vefat eden ve Kilitbahir’de medfun bulunan bir Allah dostudur.

Çanakkale’de ilahî yardımlar bulutlardan başka rüzgârla da tecelli etmiştir. 25 Nisan’da hava aydınlanmadan karaya ilk çıkartmalarını yapacak olan Anzakların, önceden yerleştirdikleri işaret dubalarının yeri rüzgârın tesiriyle değişmiş ve Anzaklar çıkartma için çok elverişsiz olan –şimdiki ismi Anzak koyu olan- tepelik alana çıkartma yapmışlardır.
Rüzgârla ilgili bir diğer hadise de şudur: Savaşın uzaması ve İngilizlerin bir türlü netice alamaması üzerine Çörçil, Lordlar kamerasında, kimyasal gaz kullanılmasını teklif etmiş, bunun insanlık suçu olduğu, savaş ahlakına sığmadığı hatırlatılınca ise “Türkler insan değildir, hayvandır” diyerek meclistekileri ikna etmiştir. İngiltere’den varillerle kimyasal gaz Çanakkale’ye sevk edilmiştir. Mevsimin yaz olması sebebiyle rüzgâr denizden karaya doğru esmektedir. İngilizlerin hesaplarına göre denizdeki varillerin kapağı açılacak ve karada savunma harbi yapan askerlerimiz zehirlenecektir. Fakat onların bu hilesini ilâhî mekir bozmuş, rüzgâr yön değiştirmiş ve savaş bitene kadar da karadan denize doğru esmeye devam etmiştir. İngilizler, bu menhus emellerine, Allah’ın ecdadımıza olan inâyeti sebebiyle ulaşamamışlardır.

Bulutlardan, rüzgârdan başka yeşil kuşlar şeklinde melek ordusu da müminlere sekînet vermekteydi. Ruşen Eşref Ünaydın, bir gazimizle yaptığı röportajda ona yeşil sarıklılar gördünüz mü şeklinde bir sual tevdi edince gazimiz şu cevabı vermiştir:

“Hayır efendim biz görmedik. Yalnız kuşlar vardı. Yeşil yeşil. Ateşin arasında gezerlerdi. Sonra zeytin ağaçlarına konarlardı… İşte o zeytin ağaçlarını kurşun, gülle kırmış, yıkmış, dalını budağını karıştırmış. O yeşil kuşlar oraya konarlardı. Kurşun, murşun, Allah tarafından, onlara dokunmuyordu.”

Bayram Namazı kılan Askerleri koruyan bulut:
Çanakkale savaşının en çok konuşulan ve Allah’ın (cc) bizlere yardımını açıkça ortaya koyan önemli bir olay da bulutların namaz kılan askerlerimizi örtmesidir. Savaşın başlamasından bitimine kadar meydana gelen birçok olay nedeniyle yabancılar dahi bunu tasdik etmiştir. 1915 yılının Temmuz ayı ile Ağustos ayları arası Ramazan’dır ve Mehmetçik oruçlarını aksatmadan tutmuş, mücadelesine devam etmiştir. Bayram yaklaşırken akıllara şu soru gelir: “Acaba bayram namazı nasıl kılınacak? Toplu halde kılınan bir namaz savaş durumunda uygun olacak mı? Acaba kılamayacak mıyız?” Bütün bu endişeleri yaşayan bir gazimiz neticeyi şöyle anlatıyor:
       “Gelibolu’da oturmakta idim. Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydoldum. Savaş ilerledikçe din görevlilerinin yerleri de belirsiz olmuştu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- savaşın içinde görev yaparken, yaşlılar Sargıyeri ve hastanelerde görev ifa ediyorlardı. Ben, Seddülbahir Cephesi’nden savaş bitinceye kadar hiç ayrılmadım. Miladî 1915 yılında Ramazan, 13 Temmuz Salı günü başlamış. 11 Ağustos Çarşamba günü bitiyordu. Arife günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı.
        “Hafız, askerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Eratın toplu bir halde bulunmaları tehlikeli ve düşman için bulunmaz bir fırsattır. Tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile anlatırsın!” dedi.
        Paşanın yanından ayrılmıştım ki, zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yükü okumuştu. Sohbette onu dinleyenler yangın içinde olsalar sohbetini bırakıp ateşten kaçamazlardı. Bu zat o gün orada idi.
        Bana dedi ki: “Sakın ola ki erata bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!”
        12 Ağustos 1915 Perşembe günü Ramazan Bayramı’nın sabahı erken kalktım. Müslüman Türk askerleri, bayram namazını mutlaka eda edeceklerdi... Aynı göle dökülen sular gibi; Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker de ayakta idi. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık; hevenk hevenk beyaz bulutlar göründü. Biraz sonra da bu bulutlar yere çöktü. Herkes “Allahü Ekber!” deyip yüzlerini toprağa sürdü. Hepimizin içinde ince bir huzur çiçeklenmiş ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. Bu ulu kişi askerin karşısında baş kesti; sonra o derin, o tatlı ve yanık sesiyle, Hazreti Kur’ân’dan “Fetih Sûresi’nin 1’den 9. ayetine kadar okudu. Sonra iki rekat bayram namazı eda edildi. Namaz bitiminde, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah Muhammedün Resûlullah” sözlerini devamlı tekrarlıyorlardı. Askerin betleri benizleri kül gibi olmuş, kimsenin yüreğinde dur durak kalmamıştı. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi, söyleyenler mi dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki birlikte göklerde uçmak istiyorlardı. Allah ile bir bütün olmanın ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi.
Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen ‘’La ilahe İllallah” sesleri, insanın kalbini kah varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kah yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu... Sonra, kısa bir sessizlik oldu ve arkasından düşman siperlerinden yükselen, “Allahü Ekber, Allahü Ekber!” sesleri bir uğultu şeklinde bize kadar perde perde geldi..
         Daha sonraki günlerde öğrendik ki, İngiliz sömürgesinin Müslüman askerleri; Müslüman Türk askeri karşısında savaştıklarını duyunca isyan etmişler ve derhal geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlardı.
         12 Ağustos 1915 tarihinden sonra, Seddülbahir cephesinde durum oldukça sakinleşirken, Anafartalar cephesinde ise; kan gövdeyi götürmekteydi. Evladım, bu bulutları yere indirip sis halinde bize gösterilmesi ancak Hazreti Allah’ın emriyle, dört büyük melekten biri olan Mikail Aleyhisselâm tarafından yerine getirilmiştir. Bu olay, Ulu Allah’ın (cc) büyük bir mucizesidir.” (M.İhsan Gençcan, Ç. S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75)

Bu zafer, Rabb’imizin: (cc) “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın.” (Bakara, 2/190) emrine uyarak bir düğüne gider gibi kurşunlara, gözünü kırpmadan muhatap olan, adını Efendimiz’den (sav) alan, kahraman Mehmetçiğin mukaddes destanıdır.
Hiç şüphesiz ki bu, Ümmetin mâneviyatı karşısında Cenâb-ı Hakk'ın bir lutfu idi.
Âyet-i kerîmede buyurulan:
“- Ey İman edenler! Ordu halinde kâfirlerle savaşmak için karşılaştığınızda, onlara arkanızı dönüp kaçmayın!” (Enfal,15)
"- Attığın zaman sen atmadın, ALLAH attı..." sırrının sayısız tecellîlerinden biriydi.
“- Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (Enfal, 17)

Bu ifadeler, Mehmetçiğe, Hadîs-i şerîfte buyurulan:

"- İnsanların en üstünü Allâh yolunda canıyla ve malıyla cihâd eden kimsedir..."
(Buhari, Cihad 2)
“- Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi ne kadar çok isterdim.” (Riyazü’s-Salihin, 2/535
Şeklinde ki, Hadis’in tarifi ne kadar güzel gerçekleştirdiklerinin bir nişanesidir.

Nasıl ki Alparslan'ı Allâh'a kavuşturan bir Malazgirt, Kılıçarslan'ın binbir gazâsına ninni söyleyen Anadolu ovaları, ecdâdın kemikleri ile vatan hudutlarının çizildiği Çanakkale inkâr ve imhâ edilemezse, bu zaferleri bahşeden ve onlarla hayat bulan millî mukaddesât da yok edilemez. Millî vicdan, imhâ edilemez. Bu vicdânın sâhibi, hakkın sâhibidir. Muhâtaralar da onu güçlendirir.

Bin yıldır Kur’an’a bayraktarlık yapan ve dine hizmet eden bir millet olarak, neslimizin korunması adına gereken her türlü fedakârlık yapılmalıdır. Bu vazifeler Allah’ın izniyle yapılmaktadır bu gün. Etrafımıza şöyle bir göz gezdirirsek bunu rahatça görebiliriz.

Yazımı, İstiklâl Marşı’mızın yazarı, milletimizin medarı iftiharı olan Mehmet Âkif Ersoy’un ‘Çanakkale’ adlı şiirinden bir bölümle bitirmek istiyorum!

“Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar..
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor!
Bir hilal uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı, değer,
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîdi…
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi…
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe!” desem, sığmasın…
Ey şehit oğlu şehit! İsteme benden makber,
Sana aguşunu açmış, duruyor Peygamber.”

Biz, Çanakkale'de bu necip milletin evlatları olarak Anadolu'nun her köşesinden gelip savaştık' "O” zaman hiçbiri diğerine 'sen Kürt’sün, Laz’sın, Gürcü’sün Çerkez’sin Roman’sın Arap’sın, Yörük, Avşar’sın, sen Arap’sın' Alevi, Sünni, Türk’sün demedi. Çanakkale bu milletin tarihi birliğinin kanla yazılmış bir vesikasıdır. Çünkü Türk milleti, bu Anadolu'nun bedelini 3, defa kanıyla ödemiştir. Bunlardan birincisi 1071'de, ikincisi Selçuklunun yıkılışı 1299'da ve sonuncusu da 1914-1923 Çanakkale ve büyük taarruz kurtuluş savaşları arasında olmuştur. Çanakkale ve büyük taarruz meydan muharebesinde, bu milletin Anadolu'dan bir daha silinemeyeceğini 1924- ten daha sonraki muhtelif yıllarda, mevcut düzenin kurduğu söz de İstiklal Mahkemelerin siyasi hükümleri zulmü altında, “dar ağaçlarda kutsal inançları uğruna” Çanakkale ruhunu iler ki, nesillere taşıyacak olan halkın kanaat önderleri bedellini canları ile ödeyerek göstermiştir.
Bugün ülkemizin içinde bulunduğu bütün sıkıntıların, bozulan sosyal huzurun tek sebebi, bizi biz yapan, kimlik ve kişiliğimizi oluşturan, milletimizi kaynaştıran değerlerimizden, Çanakkale ruhundan uzaklaşmamızdır. Düşmanlarımız, Çanakkale’den aldıkları dersle milletimizi nasıl zayıf düşüreceklerini, savaşın farklı yöntemlerini senaryoya koyarak nasıl yok edeceklerini analizle, planlarını hazırlayıp uygulamaya koyuyorlar! Biz ise, bir gaflet ve tembellik için de nasıl bir yabancılaştırıldığımızdan habersiz avunup uyuyarak, düşmanların kurmuş olduğu “ silahsız işgallerinin”  oyununa gelmemeliyiz. Milli ve manevî varlığımızı sürdürmede güç aldığımız İslam’dan uzaklaşmak, sahip olduğumuz temel hayat kaynağını kesmek demektir. Çünkü bu millet, bin senedir, sahip olduğu bütün özelliğinde ki, yüceliğini hep o’ ALLAH -u Teâlâ’ya olan inancına borçludur.
Emperyalist düşmanlarımızın bizlere yapmaya çalıştıkları siyasi, ırkçılık, mezhepçilik, cemaatçilik, çeşitli diğer taraftar ayrımcılıkları ile milletimizin arasına tefrika tohumları atmak, kendilerinin askeri silahlara yapamadığını bizler kendi kendimizle savaşıp, içten bölünüp parçalanmasını bekledikten sonra, onların asıl amaçları kuzgun leş akbabaları gibi bizleri yutmaktır!
Tarih anlayışımız, her söz ve davranışı, her savaş ve barışı, küfür-Tevhit, Hak ve batıl mücadelesinden bir sahne olarak kavrayıp yorumlayabilecek kadar ruhumuz Hak çizgisinde olmalıdır. Bugünü de neslimiz ile büyüyen ülkemiz, İslamla yücelen şanlı mazimizle gurur duyduğumuz aziz milletin üzerinde oynanan o sahnenin bir başka perdesi olarak bilme şuuruna ermeli ve hayatımızın her anını bu ölçü içinde “milli ve manevi  ulvi ruhla”, uyanık geçirmeye gayretle sarf etmeliyiz. Çünkü “sahipsiz olan memleketin batması haktır. Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır”.
Milli birlik ve beraberliğimizin en güzel dayanışma örneğini Çanakkale ruhunda görüyoruz. Bu Aziz toprakları düşmanlara çiğnetmeyelim. Cennet Vatan, güzel Anadolu’muzun dört bir köşesinden semaya yükselen, minarelerden beş vakit okunan ezan seslerini susturmayalım. Gönderimizden şanlı bayrağımızı indirtmeyelim. Toprağın altındaki Şehit ve gazilerimizin aziz ruhlarını rahatsız ettirmeyelim. Üstümüz de oynan, iç ve diş şer güçlerin zilletine düşmemek için canla başla çalışmak, yeni nesil çocuklarımıza Çanakkale destanını ve ardındaki  devasal manevi ruhu “en doğru şekilde” anlatmak, bize bırakılan bu maddi ve manevi mirasa sahip çıkmak, hem dini hem de milli hepimize bir borçtur.
Canlarını yüce hakikatler uğruna fedâ eden, bunun karşılığında Peygamberimiz” Aleyhi Selamın” takdirle kucak açtığı ecdadımızdan Rabbimiz razı olsun. Onların toprağa düşen cesetleri birer tohum gibi, akan kanları da o tohumu yeşertecek bir ab-ı hayat olarak, top yekûn bir milletin yeniden Aziz Ruhlarının şahlanarak dirilmelerine vesile olacaktır inşe-ALLAH!

Bir hutbeden mülhem, duyduğum ve hissettiğimi duygularımla dile getirmeye çalıştım. Bu vesileyle hak ve hakikat yolunda ve Çanakkale’deki, Şehit ve gazilerimize ALLAH- u Tealadan rahmet diliyorum. Ruhları şâd, makamları Cennet olsun. Amin...
18,03.2015
Hazırlayan: Araştırmacı Yazar Aydın Suyak