Bilinmelidir ki, tarihin bittiği yerde, milletle devlet biter, insan
biter, iz'an biter, nihâyet bulur. Millet, târihinden ibârettir. Onu târihinden koparırsanız, geriye şuursuz insan yığını kalır. Geçmişin devrettiği unsurların
zenginliği oranın da gelecek yeni eserler ve yeni nesiller yarına güvence olur.
Milletlerin bekâsı, hassas, manevi duygular ile seviye kazanmış bir ruha sâhip olan
nesiller yetiştirmekle mümkündür. Çocuklarına, Çanakkale destânını anlatarak sağlam bir gençlik meydana getiren nesil, îmânının, milletinin ve bütün maddî ve mânevî değerlerin sâhibi
olacaktır. “Tarihini Bilmeyenlerin Coğrafyasını başkaları çizer” sözünü hiç bir zaman unutmayalım!
Toplumların geleceği tarihe dayanır. Sağlam tarihi temellerden
yoksun olan toplumlar siyasal, ekonomik ve kültürel alanda büyük gelişmelere
yol açabilecek güçlü adımlar atamazlar. Tarihin verileri geçmişin yorumlanması,
günün değerlendirilmesi ve geleceğin tahmin edilmesinde vazgeçilmez bir yer
tutar.
Gazi, Mustafa Kemal
ATATÜRK, Türk askerinin Çanakkale Savaşı'nı kazanmasını sağlayan Çanakkale’nin
yüce ruhunu şöyle dile getirmiştir:
"Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Yalnız size
Bomba Sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki
mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekilerin hiçbirisi
kurtulmamacasına düşüyor. İkinci siperdekiler onların yerini alıyor. Fakat ne
kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkül ile biliyor musunuz? Öleni
görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile
göstermiyor.
Sarsılmak yok. Okumak bilenler Kur'an-ı Kerim okuyor ve
cennete gitmeye hazırlanıyor.
Bilmeyenler kelime-i
şehadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren
hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebelerini
kazandıran bu yüksek ruhtur." (Gençcan, a.g.e., s. 64)
Fazıl Bayraktar, Mustafa Kemal’in kumandanlığını yaptığı 57.
Alay için kaleme aldığı “Hakka yürüyüş Destanı” adlı şiirinde ecdadımızın
Çanakkale ruhunu şöyle ifade etmektedir.
“Aldık abdestimizi birer matara suyla; Bekleriz şahadeti
ibadet sükûtuyla.
Hücum borusu çaldı, her birimiz bir yerden, Tekbir
uğultusuyla fırladık siperlerden.
İman dolu göğüsler, bir volkanik dağ gibi,/Yürüdük manga
manga, bölük bölük, çığ gibi.
Elazığlı, Konyalı, Sivaslı, Ankaralı; Burdur, Çankırı, Rize,
Tekirdağ Malkaralı
Künyemiz Ayıntaptan, Afyondan, Adana’dan/ Doğmuş gibiyiz
sanki hepimiz bir anadan.
Bir mangada on kardeş, bir bölükte yüz kardeş,/Her birimiz
bir bölük, düşman askerine eş.
Kimimiz delik deşik, al kanlara bulanmış;/ şehadet
şerbetiyle Hak Rahmetine kanmış.
Yaralanıp düşenler, mahzun mahzun bakmakta,/ O güzel
gövdelerden sel gibi kan akmakta.
Savaş değil de sanki toydayız, düğündeyiz/ Kulun Hakk’a
vardığı bir mukaddes gündeyiz.
Toprağı santim, santim mühürledi kanımız;/ Ey vatan! Senin
için feda olsun canımız...”
Düşmanlarımız Çanakkale’den “askeri” olarak geçememiştir.
Ancak, o günden sonra düşmanlarımızın asıl hedefi milletimizi ayakta tutan
manevî değerleri ortadan kaldırmak, gençliğimizi Çanakkale ruhundan
uzaklaştırmak olmuştur. Çünkü onlar iyice anlamışlardı ki, yüreklerde Çanakkale
ruhu, gönüllerde iman ve vatan sevgisi oldukça Çanakkale’yi geçmek değil, bu
milletin elinden bir karış vatan toprağını almak ebediyen mümkün olmayacaktır.
*Türk anası ne düşünüyor?
“... Zavallı valide ciğerparesini bir daha kokladı. Dedi ki:
Hüseyin... Dayın Şıbka’da, baban Dömeke’de ağaların da sekiz ay evvel
Çanakkale’de yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse,
caminin kandilleri körlenecekse sütlerim haram olsun, öl de köye dönme. Yolun
Şıbka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi, oğul, Allah
yolunu açık etsin.”
(Oğlu Asker Hüseyin'i teşyî' ederken [uğurlarken])
Sonbaharın aysız gecelerinden biriydi. Bulutlar birbiri
üzerine yığılmış, hava toprakla bu bulutlar arasında sıkışmış, ağırlaşmış göğüs
darlığı çeken insanlar gibi sıcak dalgalarıyla teneffüsü boğucu bir tazyik
altına almıştı. Karanlık o kadar yoğun idi ki sakin yıldızlı geceler bu korkunç
karanlığa nispetle adeta gündüz sayılabilirdi. Yağmur bardaktan boşanırcasına
dökülüyor. Şimşekler, gökleri yere indirecek gibi yıkıyor, parçalıyor, güya
cenge koşan askerleri top ve bomba bombardımanlarına alıştırmak istiyormuş gibi
kulakların zarını patlatacak derecede kesilmeksizin devam ediyor, yıldırımlar
birbirine rekabet edercesine zikzaklı ve ateşli hatlar çizerek tesadüf ettiği
tabii ve sınaî her tabyayı tahrip ve ihrakta olanca şiddetiyle çalışıyordu.
Tabiatın kıyametten bir numûne olan bu dehşetli hengâmesi arasında beşerin
kudret ve azmine delil olacak bir askeri faaliyet, bütün intizamıyla, bütün
sakinliği ve ihtişamıyla devam ediyor; harekâtına zerre kadar halel getirmeden
bir dakikasını bile kaçırmıyordu.
Bilecik İstasyonu’nda bir askerî tren harekete âmâde idi,
lokomotif istim hazinelerinde fazla geleni keskin bir hışırtıyla semâya
savuruyordu, otuz iki vagon birbirine yapışmış, şanlı yolcularını taklid
edercesine dizilmişti.
İkinci kampana çalınmış olmalı ki vagonlara inen binen yok.
Fakat askerî trenlerin ikinci kampanalarıyla üçüncü kampanaları arasında epeyce
zaman geçtiğini biliriz. Sivil yolcu trenlerinin ân-ı hareketini ihtar eden
kondüktörlerin “Tamam, tamam” nidaları askerî bir trenin harekete hazır
olduğunu itham edemez. O sağdan saydıran, mevcudun adedini anlatan başka bir
usule, başka bir ‘tamam’a tâbi olduğundan askerî memurlar bütün
mevcudiyetleriyle çalışıyorlar, vazifelerini ikmâle uğraşıyorlardı.
Trenin tam karşısında ve kapısı açık kırk beşlik bir vagonun
hizasında bir karaltı vardı, oraya mıhlanmış duruyordu. Abdulkadir Kemal bu
karaltının ne olduğunu anlamak istemişti, evvela nöbetçidir diye hükmetti.
Hakikatte bu bir evlâd-ı vatan bekleyen şefkatli bir anneydi.
Yanına yaklaştığı vakit, vücudu manevi kederlerin büktüğü
bellerin rükû şeklini andırır bir şekilde biraz önüne doğru eğilmişti. Elinde
bir değnekçik sırtında bağlı bir torba vardı. Karaltı, kendisinin sessiz
lisanına ve inleyen kalbine tercüman olan mukaddes bir maksatla canlı bir abide
gibi orada kakılmış kalmış bir Türk anasıydı. Yıldırımların salıverdiği
kuvvetli projektörlerin aydınlığı sararmış, çizgili çehresini gösterdi.
Başındaki örtü ıslanmış, çenesine, şakaklarına akçıl saçlarına yapışmıştı.
Şimşek çaktığı her kısa zaman aralığında gözleri vagona yöneliyordu.
Abdulkadir yaklaştı:
- Valide burada ne duruyorsun? Sualiyle aşağıdaki konuşma
başladı:
- Şimendiferde asker oğlum var; onu geçirmeye, selametlemeye
geldim.
- Oğlun kimdir, nerelidir?
- Söğüt’ün Akgünlü köyünden, Osmancığın ana yatağından
Mahmud oğlu Hüseyin...
- Çağırayım mı, görmek istiyor musun?
- Ona bir sözüm var, söyleyecektim. Zahmet olmazsa, sana duâ
ederim.
Abdulkadir vagona koştu. Bir künye okudu. Mahmud oğlu Hüseyin,
Söğüt. Bir ses:
- Efendim. Benim Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt. Akgünlü’den.
- Gel oğlum, seni anan görmek istiyor.
Delikanlı vagondan atladı. Şimşeğin ışığı altında
seçilebilen levendine bir vücut, filiz gibi bir boy, Hüseyin Polat, taştan
heykel gibi hazır ol vaziyetinde sağ el selam ve ihtiram mevkiinde
Abdulkadir’in karşısında emre âmâde idi. Beraberce yürüdüler. Muhterem
validenin karşısında durdular. Hüseyin anasının elini öptü. Zavallı valide
ciğerparesini bir daha kokladı. Dedi ki:
- Hüseyin... Dayın Şıbka’da, baban Dömeke’de ağaların da
sekiz ay evvel Çanakkale’de yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minareden ezan
sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse, sütlerim haram olsun, öl de
köye dönme. Yolun Şibka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi,
oğul, Allah yolunu açık etsin.” dedi.
Hüseyin bu sözleri kalbinin en derin ahd ve vefa yerine
gömdüğünü îma eden bir saygı ile dinlemişti. Anasını ve Abdulkadir’i selamladı,
gitti. Abdulkadir, bu büyük ruhlu kadınla yalnız kalmıştı, sordu:
- Valide demek ki sizin soyun erkekleri hep şehit oldular
öyle mi?
- Yalnız bizim soy değil, oğul. Elli yıldır köylü, mezarlığa
delikanlı gömemedi. Din dursun da; ko biz hep ölelim.
- Şimdi köyünüzde hiç erkek yok mu?
- Köyümüz bütün erkek dolu.
Bizi beğenemediniz mi, hiçbir işimiz geri kalmadı. Evvelden
nasılsak yine öyleyiz, bağrımıza kara taş bağladık düşman mahvoluncaya kadar
dayanacağız. Yaradanım bana o günü göstermeden canımı almasın dedi. Abdulkadir
bu ulu validenin karşısında donmuş kalmıştı. Dayanamadı, gözlerinden iki
iftihar damlası salıverdi ve bir îman ve kanaatle şu sözleri söyleyerek
ayrıldı:
(Milleti doğuran da ana, yaşatan da. Türk anası hâlâ
oradaydı, trenin hareketini bekliyordu.
Harp Mecmuası Sayı: 17, s. 267, 269.)
*“CEVDET DEDE” “BABAN
GELİRSE BENİ HEMEN ÇAĞIR HA..!”
Cevdet dede Balıkesir’de Ali Sururi İlkokulu karşısındaki
boşlukta, eski ayakkabı tamircisi, kır, pala bıyıklı bir ihtiyar olan Cevdet
(Alkalp) dede vardı. Bir akşamüstü konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. Ve
devam etti…:
“Rahmetli babam, Hafız Ali Çanakkale’de kaldığında, anamın
karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu.
O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayı
milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı… Çocukluğumuz hep
ekmek peşinde, sıkıntıyla geçti.
Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta,
her nereye giderse yanıma gelir ve:
- Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır
ha..!
- Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır
ha..!
- Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır
ha..! derdi.
Anam babamı bekledi durdu..
Büyüdüm, dükkân açtım.
Annem yine her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri
söyler ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye eklerdi.
Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı.
Gene hep değneğini kaparak bana gelir ve “Baban gelirse beni
çağır ha..!” diye tembihlerdi.
Günü geldi ağırlaştı.
Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti.
“Bana iyi baktınız, hakkınızı helal edin” dedi.
Bana döndü yavaşça:
“Baban gelirse ona: ‘Annem hep seni bekledi’ de!” dedi.
Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek:
“Hoş geldin bey, Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.”
Alıntı
(Cevdet Alkalp’le Röportaj Yapan Kişi Araştırmacı Yazar ve
Bursa Çınar Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni Mustafa Doğru)
·
"ANZAKLI ÖMER'İN HİKÂYESİ"
·
·
·
1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun
olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden Doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı
hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
·
"Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar ( 1957)
lisanım pek o kadar iyi değil. New York’ta Medikal Center Hospital adlı bir
hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak,
elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni
doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer
zamanlarda da laboratuvarda çalışıyorum.
·
Bir hastaya gittim.
·
Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında
tabii kendisi ile İngilizce konuşuyorum.
·
- Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?
·
Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde
üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım
pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim.
Kendisine sormadan edemedim.
·
- Siz Türk müsünüz?
·
Kaşlarını yukarıya kaldırarak " Hayır
"manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum:
·
- Peki, bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
·
"Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben
yine ısrarla dedim ki:
·
- Fakat benim için bu bayrak çok önemli.
Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin Bayrağı, benim bayrağım...
·
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin
yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
·
- Siz Türk müsünüz?
·
- Evet Türk'üm....
·
İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor
gibiydi. Anlatmaya başladı:
·
- Yıl 1915. Sen hatırlamasın o yılları. Çanakkale
diye bir yer var Türkiye'de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden
asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım Avustralya Anzaklarından ...
·
İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
"Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara
karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok
önemlidir." Biz de inandık sözlerine vaat etlerine... Savaşmak isteyenler
arasına katıldık.
·
Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam
ediyordu:
·
- Bizim yıkayan İngilizler, Türklere karşı
topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere
doldurup Mısır'a getirdiler o zaman. Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim
gördük. Atış talimi, ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.
·
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki
denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai
fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman, zaman...
·
Her taarruz da bizden de Türklerden de yüzlerce
insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret
ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün
olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki, onlara bu cesaret ve kuvveti
veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi
Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde
ki, vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim.
·
Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi
püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz
ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle
kendimden geçmişim.
·
Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı
dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir
titremeye başlamıştı. Devam etti:
·
-Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların
arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar,
vahşi kimseler olarak tanıttı ya...
·
Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç
de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan
yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok
azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum
doğrusu. Dedim ki; kendi kendime:
·
- Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürdüler.
Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni
cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı.
·
Bu duygularla "Yazıklar olsun bana"
dedim. "Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum ben. Niye savaşmaya
gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış" diyerek
pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam
düşündüm durdum günlerce.....
·
Nihayet bize serbest bıraktılar. Memleketime
döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme
Türk bayrağını yaptırdım. Bu, bayrağın esrarı işte bu!
·
Benim gözlerim dolu, dolu ihtiyara bakarken o
devam etti:
·
- Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere
iken yaralarıma iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi.
Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden
bir Türk...
·
Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya
gelirken bir Türk’le karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz
Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna
bütün kalbimle inanıyorum.
·
Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı
söyler misiniz? Dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet merakla tekrar
sordu:
·
- Peki, niçin Ömer ismin, vermişler sana?
·
- Babam Müslümanların ikinci halifesi isminden
ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
·
- Yahu senin adın Müslüman adı mı?
·
Ben "Evet, Müslüman adı" deyince
yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ban mani olmak istedim. Israr
etti.
·
Ama niye ısrar ediyordu?
·
İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta
oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu soluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
·
- Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar
Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
·
- Olsun
·
Peki, doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman
olmak zor mu?
·
Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya
karar gelmişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da
kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için konuşamıyormuş!
·
- Tabii dedim Müslüman olmak çok kolay.
·
Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını
anlatırım. Kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi
ağlıyordu.
·
Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan bir de
yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı
İslamiyet'e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı.
...Mırıldandı:
·
- Siz Müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir
tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek ALLAH'ımı ansam olur mu?
·
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş
esnasında Hakkı'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir
tesbih bulup kendisine getirdim.
·
Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de
gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı.
Müslüman olmuştu.
·
Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde
rica ettim.
·
- Beni yalnız bırakma olur mu?
·
- Ne gibi Ömer amca?
·
- Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat! Sen
çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
·
O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim
kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu.
·
Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum; hastanenin
genel hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı
odaya gelin!"
·
Dedim ki içinden "Bizim Ömer amca galiba
yolcu? "hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen
şöyleydi:
·
Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun
pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son
anlarını yaşıyordu.
·
Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i
şehadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti....
·
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da
olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip
olmuştu.
·
"Ne yalan söyleyeyim, ağladım."
·
BİR ÖMÜR VEFÂ
·
·
Balıkesir’de hiç evlenmemiş ve «Yedi Bekârlar»
ismiyle anılmakta olan hanımlardan birisi berber Hayri Bey’in halası, bir gün
vefât eder. Cenâzesinde birkaç akrabanın dışında kimse yoktur. Kılınan cenaze
namazından sonra mevtâyı takip eden topluluk kabristana gelir ve kendisi için
açılan mezara büyük bir îtina ile yerleştirilir. Tam üzeri kapatılacakken,
oradaki bir yakını şöyle bir hatırlatmada bulunur:
·
·
«-Aman unutmayalım, vasiyeti vardı!»
·
·
Biraz sonra, bir kese dolusu diş ile birkaç
torba saç getirilir ve mevtânın üzerine konulur. Sonra da defin işlemi
tamamlanır.
·
·
Cenâze merâsiminde bulunanlardan birisi merakla
sorar:
·
·
«-Bunlar da neyin nesi? Niçin mezara konuluyor?»
·
·
Bu işin esrârına vâkıf olan bir kimse ise, onun
bu merakını şu cevapla giderir:
·
·
«-Halamızın nişanlısı, nikâhtan hemen sonra daha
düğün yapılmadan Çanakkale’ye gitmiş.
·
·
Bir daha da dönmemiş. Gençliğinde çok güzeldi
halamız. Çok isteyenler oldu. Lâkin o, nişanlısının hâtırasını kirletmemek için
kimselerle evlenmedi. Mezara konulan diş ve saçlara gelince:
·
·
«-Yarın mahşer gününde, Huzûr-i İlâhî’de beyim
ile karşılaşırsam; «Bu ağızdan, senin adından başka erkeğin adı çıkmadı.»
diyebilmek için ağzından dökülen bütün dişlerini biriktirmiş.» Yine «-Huzûr-i
İlâhîde ona; «Başıma, saçıma yaban eli değmedi.» diyebilmek için tarağına
takılan bütün saçlarını toplamış. Saçlarım şâhid olsun diye torbaya koymuş.
Onların da kendisi ile beraber gömülmesini vasiyet etmişti. Bizler de bu
vasiyetini yerine getirdik.»
·
İKİ ŞEHİDİN DESTANI
·
·
1914 yılında Avustralya’nın “Silver City”
şehrine yerleşmiş iki Osmanlı orada çalışarak hayatlarını kazanmaktadırlar.
Çanakkale Savaşı sırasında Halife’lerinin İngilizlere karşı Sancak-ı Şerifi
çıkardığını ve bütün Müslümanları cihada çağırdığını öğrenirler. Bu sırada
Çanakkale cephesine gönderilmek üzere Avustralya’dan asker toplanmaktadır.
·
·
Bu iki genç, şehrin valisine çıkarak şöyle
derler:
·
·
“Halifemiz size karşı harp ilân etmiş. Bizim de
buna icabet etmek vazifemizdir. Fakat biz sizin bu kadar zamandır ekmeğinizi
yedik. Bırakın gidelim. Sizinle cephede savaşalım. Burada size karşı bir
harekette bulunmayı nankörlük sayıyoruz.” Vali gülmüş ve onları reddetmiş:
·
·
“Bizi tehdid mi ediyorsunuz? Haddinizi bilin,
edebinizle oturun yerinizde!” Bizimkiler de:
·
·
“Eh ne yapalım, bizden günah gitti” diye
söylenerek uzaklaşmışlar.
·
·
Hemen neleri varsa hepsini satmışlar. İki
makinalı tüfekle bol cephane edinmişler. Sonra?
·
·
Sonra da Çanakkale’ye gönderilmek üzere limana
sevk edilecek olan Anzak askerlerini taşıyan trenin geçeceği dar bir boğaza
gidip mevzilenmişler. Namazlarını kılıp helalleştikten sonra, kazdıkları
siperlere yerleşmişler.
·
·
Üzerinde elde dikilmiş bir Osmanlı bayrağının
dalgalandığı bu siperlerin hizasına gelince, raylar üzerine yığılan taşlar
treni durdurmuş ve o tren, yedi yüz Anzak askerini ölü ve yaralı olarak orada
bırakmak zorunda kalmış.
·
·
Etraftaki tepelerde kalabalık Osmanlı kuvveti
arayan düşman, bütün bu savaşı verenin sadece iki Şehit kahraman olabileceğine
çok zor inanmış. Neredeyse bizim bugünkü aydınlarımız kadar gâfil olan ve
İslâm’ın gönüllerdeki hâkimiyetini bilemeyen İngiliz valiye de o iki kahramanın
mübarek na’aşlarını selâmlamaktan başka yapacak bir şey kalmamış.
·
KORE SAVAŞINDA TÜRKLER
·
·
" 6 Temmuz 1951, Ramazan Bayramı'nın birinci
günü idi. Bu Ramazan'ın çoğunu cephede geçirmiştik. Erat ve subaylarımızdan birçoğunu
muharebenin çok zor ve tahammülsüz şartlar, altında dahi oruçlarını tutmuş,
buldukları her fırsatta namazlarını kılmış ve Kur'an'larını okumuşlardı. Bu
bayram namazını ihtiyat bölgesinin ortasında ve etrafı yüksek kavak ağaçları
ile çevrili zümrüt gibi yemyeşil büyük çayırlıkta bütün tugayca toplu olarak
kılmayı kararlaştırdıktan sonra içimde bir ürperti hissetmiştim. Beş bin kişi
namazda iken maazallah düşmanın bir uçak filosunun taarruzuna uğradığımız
takdirde ne büyük bir felakete uğrayacağımızı gözümün önüne getiriyor ve bir
türlü gönlüm razı olmuyordu. General Yazıcı'ya taburların kendi bölgelerinde ve
ayrı ayrı namazlarını teklif ettimse de imam adedinin azlığı yüzünden imkân
görülmemişti.
·
·
Akşamdan verilen emir gereğince namaz kılınacak
yerin dört tarafı uzaklardan ve yakınlardan erkence emniyete alınmış ve
birlikler henüz ortalık ağarmadan abdestlerini alarak kendi bölgelerinden
çayırlığa doğru gelmeye başlamışlardı.
·
·
Hava çok açık ve berraktı. Havada en küçük bir
parça bulut dahi yoktu. Birlikler çayırlık bölgeye gelirken onlarla birlikte
bir sis tabakası da çayırlık üzerine çökmeye başlamıştı. Cemaat çoğaldıkça bu
sis tabakası da kesafet peyda etmiş ve 10 metre ilerisi görünmez bir hal
almıştı. Bir hikmeti ilahi bu sis tabakası yalnız bu kavaklık bölgeye inhisar
etmiş ve bu bölgenin dışında kalan sahada sisten hiçbir emare görülmemişti.
Cenabı Hakk'ın Türk birliğini koruduğunun en büyük nişanesi olan bu sis tabakası
içinde namazımızı kıldıktan, duasını yaptıktan ve bunu müteakip birbirimizle
sarmaş dolaş bayramlaştıktan sonra birlikler kendi bölgelerine giderlerken sis
de birdenbire ortadan kaybolmuştu. Allah bizi yalnız burada değil her yerde
koruyordu."
·
(Albay, C. DORA)
-
Çanakkale’yi savaşla geçemeyeceklerini anlayanlar, milletimizi
kamplara bölerek, ırk, mezhep,ideolojik v.b unsurlarla birbirine düşman yapmak
istemişlerdir.
-
Milletimizin, nesillerimizin ahlakını bozarak,
inancımızdan, İslam’dan uzaklaştırıp, geçmek istemektedirler. Her birimize bu
mücadelede büyük görev düşmektedir. Kesinlikle iç ve dış düşmanların bu
tuzaklarına düşmeyelim. Uyanık olalım. Çanakkale Ruhunu her zaman hatırlayalım.
Çanakkale’nin siyaset malzemesi yapılmasını çok çirkin
buluyorum. Yüce dinimiz bizim nasıl ortak değerimizse, Çanakkale de bu milletin
ortak paydası ve değeridir. Tabi bu değerlerden nasibini almamışların Çanakkale
ruhuyla yakından-uzaktan ilgisi olamaz.
Bu ülke kolay vatan yapılmadı. Ama vatan edebiyatını çok
kolay yapanlar var. Maalesef bu işler edebiyat yapmakla olmuyor. Birileri,
vatanını savunmak için 250 bin şehit veriyor, 8 metrede birbirlerine yakın
yerlerden ateş ederken korkmadan vatanını, namusunu şerefini, haysiyetini
savunuyor; ama bu ülkede vatanı savunuyor gibi görünen birileri de başka şeyler
yapıyor.
"Bizi Türkler'in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb
etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen
güçleri müşâhede ettik!.."
(İngiliz ordu
Komutanı Org. Hmilton) şeklindeki itirafı da bu gerçeği sergilemektedir.
Hiç şüphesiz ki bu, askerin yüksek mâneviyatı karşısında
Cenâb-ı Hakk'ın bir lutfu idi. Âyet-i kerîmede buyurulan:
"Attığın zaman sen atmadın, ALLAH attı..."
sırrının sayısız tecellîlerinden biriydi.
Bu ilâhî yardımı hissedip dile getirenlerden biri de İngiliz
devlet başkanı Churcill'dir. Churcill, muhârebe sonrası niçin mağlûb olduğu
sebebiyle muhâkeme edilirken itâb edici ağır suâller karşısında iyice
darlandığı bir sırada mahkeme hey'etine şöyle haykırmıştır:
"Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale'de Türkler'le değil,
ALLAH ile harp ettik!.. Tabiî ki yenildik..."
Bu ilahî yardımlardan bizim için en şereflisi hiç şüphesiz
iki cihan güneşi sevgili Peygamberimizin Mehmetçikle beraber olması, kendisine
yapılan istimdada (yardım istemeye) –biiznillah- cevap vermesidir. Nitekim
savaşın çok kızıştığı bir esnada, stratejik mevkilerimizi teker teker
kaybettiğimiz bir hengâmede, Binbaşı Lütfi Bey “Yetiş ya Muhammed, yetiş Ya
Muhammed, kitabın gidiyor!” feryatları ile düşman saflarına hücum etti. Onun bu
feryadı, yüreği Peygamber sevgisi ve Kur’an hürmeti ile dolu Mehmetçiğimize çok
tesir etti. Onlar da vecd içinde, ölümüne düşman siperlerine hücum ettiler.
Neticede kaybettiğimiz yerleri geri aldığımız gibi birkaç siper de fazladan
kazandık. Peki, Peygamber Efendimiz (A.S) bu veya buna benzer istimdatlara
cevap verdiğini nereden biliyoruz?
Yıl 1930. Cemal Öğüt Hoca hacca gider. Medine-i Münevvere’de
Peygamber Efendimizin türbedarının kendisine gösterdiği aşırı hürmete şaşırır
ve sebebini sorar. Türbedar, “Türkleri sevmem için bir tek hatıram bile yeter”
der ve anlatmaya başlar:
“1915 yılıydı. Hindistan’dan gelen veli bir zât Efendimizin
kabri başında hıçkırıklarla ağlıyordu. Hıçkırıklar boğazına düğümleniyordu.
Sebebini sordum. Bana Ravza’ya her gelişinde Peygamberimizle mânâ âleminde
görüştüğünü fakat bu sefer Efendimizi hissedemediğini söyledi. ‘Ya benim kalp
gözüm köreldi ya da Efendimiz şu an kabr-i şerifinde değil; bunun sebebini
bilemediğimden ağlıyorum’ dedi. Bir şey diyemedim. Fakat onun sözleri kalbimde
ve zihnimde yer etti. O gece Resülullah Efendimizi (S.A.V.) rüyamda gördüm.
Sabahki hadise aklıma geldi. Ben sormadan Efendimiz izah etti: ‘Hissedilen
doğrudur. Ben şu an Medine’mde değilim. ÇANAKKALE’deyim. Zor durumda olan asker
evlatlarıma yardım ediyorum.’ İşte sizler Çanakkale’de Efendimizin yardımına
mazhar olmuş bir milletsiniz. Size olan sevgimin sebebi budur.”
Bir diğer hadise de savaş esnasında Yarbay Hasan Bey’in
başından geçiyor. Kalbi engin bir şefkat ve merhametle dolu olan Yarbay Hasan
Bey, Kilitbahir köyünden geçerken yaralı bir köpeğin su içmek için köy
çeşmesine yaklaşmaya çalıştığını fakat çeşme başında çamaşır yıkayan kadınların
ve oynayan çocukların yarasından kanlar ve irinler akan bu köpeği çeşmeye
yaklaştırmadığını gördü. Köpek boynunu büküp çaresiz bir şekilde dönerken olayı
takip eden Hasan Bey atından atladı. Akan kanlarına ve irinlerine aldırmadan
köpeği kucaklayıp çeşmeye getirdi. Önce bir güzel susuzluğunu giderdi, sonra
yaralarını sardırıp karnını doyurdu. Köpek âdeta hayata yeniden dönmüştü.
Velinimeti olan Hasan Bey’in peşini bırakmıyordu. Yarbay Hasan Bey de köpeği
sevmişti. Ona Canberk ismini koydu. Canberk Türk siperlerinde gündüz savaşlara
katılıyor akşam nöbet tutuyordu. Yaraları da artık iyileşmiş, tüyleri yeniden
çıkmıştı. Bir gün Fransızlarla yapılan süngü harbinde Mehmetçik başarılı olmuş,
düşman siperlerini ele geçirmişti. Yarbay Hasan Bey siperler arasında dolaşıp
yaralı olan askerleri cephe gerisinde kurulan hastaneye sevk ediyordu. Bir
Fransız askerinde hafif bir kıpırdanma görünce yaralı zannedip yanına yaklaştı.
Zira merhamet âbidesi olan Hasan Bey’in engin yüreğinde sadece yaralı bir
köpeğe değil, göğüs göğse çarpıştığı düşman askerine bile fazlasıyla yer vardı.
Fakat yerdeki Fransız askerinin Canberk kadar bile iyilik bilirliği,
kadirşinaslığı yoktu. Yarbay Hasan Bey şefkatle eğilip yarası var mı diye
bakarken ani bir hareketle hançerini çıkarıp Hasan Bey’in göğsüne sapladı.
Artık Hasan Bey son anlarını yaşıyordu. Askerleri büyük üzüntü içindeydi.
Canberk de koşa koşa gelmiş Hasan Bey’in ellerini yalıyor, melül melül
gözlerine bakıyordu. Tabur imamı da geldi, başında Kur’an okuyordu. Yarbay
Hasan Bey yanındaki askerlere birden “Beni ayağa kaldırınız” diye seslendi. İki
asker kollarına girip Hasan Bey’i ayağa kaldırdılar ve Hasan Bey son sözlerini
söyledi:
“NİYE ZAHMET BUYURDUNUZ YA RASÛLULLAH?”
Canberk de dâhil bütün herkes ağlıyordu. Fakat yapacak bir
şey yoktu. Hasan Bey’in üzerine bir Türk bayrağı örttüler ve şehit düştüğü yeri
kazmaya başladılar. Canberk de bayrağın altından girip Hasan Bey’in ayaklarına
kapanmıştı. Kabri kazdıktan sonra defnetmek için bayrağı kaldırdılar. Hasan
Bey’in sadık dostu Canberk’i ayırmak için dokunduklarında askerlerin şaşkınlığı
bir kat daha arttı. Çünkü Canberk sadakatin zirvesine ulaşmış, o da velinimeti
Hasan Bey’in ayakucunda ruhunu teslim etmişti. Önce Peygamberimizin ağuşunu
(kucağını) açtığı o mübarek komutanı defnettiler, sonra da onun
ayak ucuna sadık dostu (Köpek) Canberk’i…
Çanakkale’de Allah’ın izniyle Efendimiz’den başka meleklerin
ve evliyaullah’ın da yardımları görülmüştür. Savaşa katılmış olan Lâdikli Ahmed
Ağa, isminin Kaşıkçı Dede olduğunu söyleyen nur yüzlü bir zâtın cehennemî bir
çatışma ortasında, herkesin susuzluk çektiği bir anda askerlerimize su
dağıttığını, bu sudan kendisinin de içtiğini söylemiştir. Kaşıkçı Dede, sudan
matarasına da koyup “Eğer yaralanırsan bu suyu yarana sür” demiş ve bir iki
defa yaralanan Lâdikli Ahmed Ağa suyu yarasına sürünce çok kısa sürede
iyileşmiştir. Kaşıkçı Dede, savaştan yıllar önce vefat eden ve Kilitbahir’de
medfun bulunan bir Allah dostudur.
Çanakkale’de ilahî yardımlar bulutlardan başka rüzgârla da
tecelli etmiştir. 25 Nisan’da hava aydınlanmadan karaya ilk çıkartmalarını yapacak
olan Anzakların, önceden yerleştirdikleri işaret dubalarının yeri rüzgârın
tesiriyle değişmiş ve Anzaklar çıkartma için çok elverişsiz olan –şimdiki ismi
Anzak koyu olan- tepelik alana çıkartma yapmışlardır.
Rüzgârla ilgili bir diğer hadise de şudur: Savaşın uzaması
ve İngilizlerin bir türlü netice alamaması üzerine Çörçil, Lordlar kamerasında,
kimyasal gaz kullanılmasını teklif etmiş, bunun insanlık suçu olduğu, savaş
ahlakına sığmadığı hatırlatılınca ise “Türkler insan değildir, hayvandır”
diyerek meclistekileri ikna etmiştir. İngiltere’den varillerle kimyasal gaz
Çanakkale’ye sevk edilmiştir. Mevsimin yaz olması sebebiyle rüzgâr denizden
karaya doğru esmektedir. İngilizlerin hesaplarına göre denizdeki varillerin
kapağı açılacak ve karada savunma harbi yapan askerlerimiz zehirlenecektir.
Fakat onların bu hilesini ilâhî mekir bozmuş, rüzgâr yön değiştirmiş ve savaş
bitene kadar da karadan denize doğru esmeye devam etmiştir. İngilizler, bu
menhus emellerine, Allah’ın ecdadımıza olan inâyeti sebebiyle ulaşamamışlardır.
Bulutlardan, rüzgârdan başka yeşil kuşlar şeklinde melek
ordusu da müminlere sekînet vermekteydi. Ruşen Eşref Ünaydın, bir gazimizle
yaptığı röportajda ona yeşil sarıklılar gördünüz mü şeklinde bir sual tevdi
edince gazimiz şu cevabı vermiştir:
“Hayır efendim biz görmedik. Yalnız kuşlar vardı. Yeşil
yeşil. Ateşin arasında gezerlerdi. Sonra zeytin ağaçlarına konarlardı… İşte o
zeytin ağaçlarını kurşun, gülle kırmış, yıkmış, dalını budağını karıştırmış. O
yeşil kuşlar oraya konarlardı. Kurşun, murşun, Allah tarafından, onlara
dokunmuyordu.”
Bayram Namazı kılan Askerleri koruyan bulut:
Çanakkale savaşının en çok konuşulan ve Allah’ın (cc)
bizlere yardımını açıkça ortaya koyan önemli bir olay da bulutların namaz kılan
askerlerimizi örtmesidir. Savaşın başlamasından bitimine kadar meydana gelen
birçok olay nedeniyle yabancılar dahi bunu tasdik etmiştir. 1915 yılının Temmuz
ayı ile Ağustos ayları arası Ramazan’dır ve Mehmetçik oruçlarını aksatmadan
tutmuş, mücadelesine devam etmiştir. Bayram yaklaşırken akıllara şu soru gelir:
“Acaba bayram namazı nasıl kılınacak? Toplu halde kılınan bir namaz savaş
durumunda uygun olacak mı? Acaba kılamayacak mıyız?” Bütün bu endişeleri
yaşayan bir gazimiz neticeyi şöyle anlatıyor:
“Gelibolu’da
oturmakta idim. Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya
kaydoldum. Savaş ilerledikçe din görevlilerinin yerleri de belirsiz olmuştu.
Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- savaşın içinde görev yaparken,
yaşlılar Sargıyeri ve hastanelerde görev ifa ediyorlardı. Ben, Seddülbahir
Cephesi’nden savaş bitinceye kadar hiç ayrılmadım. Miladî 1915 yılında Ramazan,
13 Temmuz Salı günü başlamış. 11 Ağustos Çarşamba günü bitiyordu. Arife günü
idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı.
“Hafız,
askerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram
namazı kılmak istiyorlar. Eratın toplu bir halde bulunmaları tehlikeli ve
düşman için bulunmaz bir fırsattır. Tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip
bir lisan ile anlatırsın!” dedi.
Paşanın
yanından ayrılmıştım ki, zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış
arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer
yükü okumuştu. Sohbette onu dinleyenler yangın içinde olsalar sohbetini bırakıp
ateşten kaçamazlardı. Bu zat o gün orada idi.
Bana dedi ki:
“Sakın ola ki erata bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o,
olur!”
12 Ağustos
1915 Perşembe günü Ramazan Bayramı’nın sabahı erken kalktım. Müslüman Türk
askerleri, bayram namazını mutlaka eda edeceklerdi... Aynı göle dökülen sular
gibi; Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker de ayakta idi. Hak katında
birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık; hevenk
hevenk beyaz bulutlar göründü. Biraz sonra da bu bulutlar yere çöktü. Herkes
“Allahü Ekber!” deyip yüzlerini toprağa sürdü. Hepimizin içinde ince bir huzur
çiçeklenmiş ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. Bu
ulu kişi askerin karşısında baş kesti; sonra o derin, o tatlı ve yanık sesiyle,
Hazreti Kur’ân’dan “Fetih Sûresi’nin 1’den 9. ayetine kadar okudu. Sonra iki
rekat bayram namazı eda edildi. Namaz bitiminde, yüzlerce asker hep birden, “La
ilahe İllallah Muhammedün Resûlullah” sözlerini devamlı tekrarlıyorlardı.
Askerin betleri benizleri kül gibi olmuş, kimsenin yüreğinde dur durak
kalmamıştı. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi, söyleyenler mi
dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki birlikte göklerde
uçmak istiyorlardı. Allah ile bir bütün olmanın ilahi ahengi içinde
varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi.
Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen ‘’La
ilahe İllallah” sesleri, insanın kalbini kah varlığın sonsuz ufuklarında
koşturuyor, kah yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan
başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu... Sonra, kısa bir sessizlik oldu ve
arkasından düşman siperlerinden yükselen, “Allahü Ekber, Allahü Ekber!” sesleri
bir uğultu şeklinde bize kadar perde perde geldi..
Daha sonraki
günlerde öğrendik ki, İngiliz sömürgesinin Müslüman askerleri; Müslüman Türk
askeri karşısında savaştıklarını duyunca isyan etmişler ve derhal geriye
alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlardı.
12 Ağustos
1915 tarihinden sonra, Seddülbahir cephesinde durum oldukça sakinleşirken,
Anafartalar cephesinde ise; kan gövdeyi götürmekteydi. Evladım, bu bulutları
yere indirip sis halinde bize gösterilmesi ancak Hazreti Allah’ın emriyle, dört
büyük melekten biri olan Mikail Aleyhisselâm tarafından yerine getirilmiştir.
Bu olay, Ulu Allah’ın (cc) büyük bir mucizesidir.” (M.İhsan Gençcan, Ç. S. ve
Menkıbeler, İst.1998 s. 75)
Bu zafer, Rabb’imizin: (cc) “Sizinle savaşanlara karşı Allah
yolunda siz de savaşın.” (Bakara, 2/190) emrine uyarak bir düğüne gider gibi
kurşunlara, gözünü kırpmadan muhatap olan, adını Efendimiz’den (sav) alan,
kahraman Mehmetçiğin mukaddes destanıdır.
Hiç şüphesiz ki bu, Ümmetin mâneviyatı karşısında Cenâb-ı
Hakk'ın bir lutfu idi.
Âyet-i kerîmede buyurulan:
“- Ey İman edenler! Ordu halinde kâfirlerle savaşmak için
karşılaştığınızda, onlara arkanızı dönüp kaçmayın!” (Enfal,15)
"- Attığın zaman sen atmadın, ALLAH attı..."
sırrının sayısız tecellîlerinden biriydi.
“- Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü
onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu,
müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir,
bilendir. (Enfal, 17)
Bu ifadeler, Mehmetçiğe, Hadîs-i şerîfte buyurulan:
"- İnsanların en üstünü Allâh yolunda canıyla ve
malıyla cihâd eden kimsedir..."
(Buhari, Cihad 2)
“- Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah
yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi, sonra
diriltilip yine öldürülmeyi ne kadar çok isterdim.” (Riyazü’s-Salihin, 2/535
Şeklinde ki, Hadis’in tarifi ne kadar güzel gerçekleştirdiklerinin
bir nişanesidir.
Nasıl ki Alparslan'ı Allâh'a kavuşturan bir Malazgirt,
Kılıçarslan'ın binbir gazâsına ninni söyleyen Anadolu ovaları, ecdâdın
kemikleri ile vatan hudutlarının çizildiği Çanakkale inkâr ve imhâ edilemezse,
bu zaferleri bahşeden ve onlarla hayat bulan millî mukaddesât da yok edilemez.
Millî vicdan, imhâ edilemez. Bu vicdânın sâhibi, hakkın sâhibidir. Muhâtaralar
da onu güçlendirir.
Bin yıldır Kur’an’a bayraktarlık yapan ve dine hizmet eden
bir millet olarak, neslimizin korunması adına gereken her türlü fedakârlık
yapılmalıdır. Bu vazifeler Allah’ın izniyle yapılmaktadır bu gün. Etrafımıza
şöyle bir göz gezdirirsek bunu rahatça görebiliriz.
Yazımı, İstiklâl Marşı’mızın yazarı, milletimizin medarı
iftiharı olan Mehmet Âkif Ersoy’un ‘Çanakkale’ adlı şiirinden bir bölümle
bitirmek istiyorum!
“Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar..
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor!
Bir hilal uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı, değer,
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîdi…
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi…
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe!” desem, sığmasın…
Ey şehit oğlu şehit! İsteme benden makber,
Sana aguşunu açmış, duruyor Peygamber.”
Biz, Çanakkale'de bu necip milletin evlatları olarak
Anadolu'nun her köşesinden gelip savaştık' "O” zaman hiçbiri diğerine 'sen
Kürt’sün, Laz’sın, Gürcü’sün Çerkez’sin Roman’sın Arap’sın, Yörük, Avşar’sın,
sen Arap’sın' Alevi, Sünni, Türk’sün demedi. Çanakkale bu milletin tarihi
birliğinin kanla yazılmış bir vesikasıdır. Çünkü Türk milleti, bu Anadolu'nun
bedelini 3, defa kanıyla ödemiştir. Bunlardan birincisi 1071'de, ikincisi Selçuklunun
yıkılışı 1299'da ve sonuncusu da 1914-1923 Çanakkale ve büyük taarruz kurtuluş
savaşları arasında olmuştur. Çanakkale ve büyük taarruz meydan muharebesinde,
bu milletin Anadolu'dan bir daha silinemeyeceğini 1924- ten daha sonraki
muhtelif yıllarda, mevcut düzenin kurduğu söz de İstiklal Mahkemelerin siyasi
hükümleri zulmü altında, “dar ağaçlarda kutsal inançları uğruna” Çanakkale
ruhunu iler ki, nesillere taşıyacak olan halkın kanaat önderleri bedellini
canları ile ödeyerek göstermiştir.
Bugün ülkemizin içinde bulunduğu bütün sıkıntıların, bozulan
sosyal huzurun tek sebebi, bizi biz yapan, kimlik ve kişiliğimizi oluşturan,
milletimizi kaynaştıran değerlerimizden, Çanakkale ruhundan uzaklaşmamızdır.
Düşmanlarımız, Çanakkale’den aldıkları dersle milletimizi nasıl zayıf
düşüreceklerini, savaşın farklı yöntemlerini senaryoya koyarak nasıl yok
edeceklerini analizle, planlarını hazırlayıp uygulamaya koyuyorlar! Biz ise,
bir gaflet ve tembellik için de nasıl bir yabancılaştırıldığımızdan habersiz avunup
uyuyarak, düşmanların kurmuş olduğu “ silahsız işgallerinin” oyununa gelmemeliyiz. Milli ve manevî
varlığımızı sürdürmede güç aldığımız İslam’dan uzaklaşmak, sahip olduğumuz
temel hayat kaynağını kesmek demektir. Çünkü bu millet, bin senedir, sahip olduğu
bütün özelliğinde ki, yüceliğini hep o’ ALLAH -u Teâlâ’ya olan inancına
borçludur.
Emperyalist düşmanlarımızın bizlere yapmaya çalıştıkları
siyasi, ırkçılık, mezhepçilik, cemaatçilik, çeşitli diğer taraftar ayrımcılıkları
ile milletimizin arasına tefrika tohumları atmak, kendilerinin askeri silahlara
yapamadığını bizler kendi kendimizle savaşıp, içten bölünüp parçalanmasını
bekledikten sonra, onların asıl amaçları kuzgun leş akbabaları gibi bizleri yutmaktır!
Tarih anlayışımız, her söz ve davranışı, her savaş ve
barışı, küfür-Tevhit, Hak ve batıl mücadelesinden bir sahne olarak kavrayıp
yorumlayabilecek kadar ruhumuz Hak çizgisinde olmalıdır. Bugünü de neslimiz ile büyüyen ülkemiz, İslamla yücelen şanlı mazimizle gurur duyduğumuz aziz milletin üzerinde oynanan o sahnenin bir başka perdesi olarak bilme
şuuruna ermeli ve hayatımızın her anını bu ölçü içinde “milli ve manevi ulvi ruhla”, uyanık geçirmeye gayretle sarf etmeliyiz. Çünkü “sahipsiz olan memleketin
batması haktır. Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır”.
Milli birlik ve beraberliğimizin en güzel dayanışma örneğini
Çanakkale ruhunda görüyoruz. Bu Aziz toprakları düşmanlara çiğnetmeyelim.
Cennet Vatan, güzel Anadolu’muzun dört bir köşesinden semaya yükselen,
minarelerden beş vakit okunan ezan seslerini susturmayalım. Gönderimizden şanlı
bayrağımızı indirtmeyelim. Toprağın altındaki Şehit ve gazilerimizin aziz
ruhlarını rahatsız ettirmeyelim. Üstümüz de oynan, iç ve diş şer güçlerin zilletine
düşmemek için canla başla çalışmak, yeni nesil çocuklarımıza Çanakkale
destanını ve ardındaki devasal manevi ruhu “en doğru şekilde” anlatmak, bize bırakılan
bu maddi ve manevi mirasa sahip çıkmak, hem dini hem de milli hepimize bir
borçtur.
Canlarını yüce hakikatler uğruna fedâ eden, bunun karşılığında
Peygamberimiz” Aleyhi Selamın” takdirle kucak açtığı ecdadımızdan Rabbimiz razı
olsun. Onların toprağa düşen cesetleri birer tohum gibi, akan kanları da o
tohumu yeşertecek bir ab-ı hayat olarak, top yekûn bir milletin yeniden Aziz
Ruhlarının şahlanarak dirilmelerine vesile olacaktır inşe-ALLAH!
Bir hutbeden mülhem, duyduğum ve hissettiğimi duygularımla
dile getirmeye çalıştım. Bu vesileyle hak ve hakikat yolunda ve Çanakkale’deki, Şehit ve gazilerimize ALLAH- u Tealadan rahmet diliyorum. Ruhları şâd, makamları Cennet olsun. Amin...
18,03.2015
Hazırlayan: Araştırmacı Yazar Aydın Suyak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder