13 Aralık 2014 Cumartesi

Kalp Ve Ruhun Cilâsı Evradı Zikir


Evrâd, sözlükte "gelmek, çeşmeye varmak, suya gelen topluluk, akan su ve dere" gibi mânâları olan vird kelimesinin çoğuludur. (Asım ef. 2:52) Kelime zamanla, gece ibadete ayrılan vakit, Kur?ân'dan her bir cüz, her gün rutin olarak okunması görev hâline getirilen dua veya zikir gibi anlamlar için de kullanılır hâle geldi

Kûtu'l-Kulûb sahibi Ebû Talib el-Mekkî, vird hakkında şu bilgiyi vermektedir: "Vird, gece ve gündüzden kula uğrayan ve kulun Allah'a yakınlığını sağlayıcı bir faaliyet için ayırmış olduğu belli zaman dilimlerinin adıdır. Ahiret'te karşısına çıkması için bu vakitte güzel ameller işler. Bu ameller ya farzdır ya da nafiledir. Gece veya gündüzün bir vaktinde bunları yapmayı itiyat hâline getirince bu onun virdi olmuş olur. Vird, dört rekatlık bir namaz veya okunan bir kaç sayfa Kur?ân ya da iyilik ve takvada birine el uzatıp yardım etmek ve benzeri amellerdir. Dolayısıyla, belirlenip devam edilen amele vird denir. Bazıları Kur?ân hiziplerinden kendilerine vird edinirken, bazıları belli sayıda namaz kılmayı vird edinir. Bir kısmı da, gece ve gündüzü dilimlere ayırarak bazı dilimlerini Kur?ân okuma, namaz kılma ve tefekkürle geçirirler. Onların da virdi bu olmuş olur. Gerekli mertebeleri geçen arifler ise, zaman sınırlamasına gitmeden, bütün vakitlerini bir vird yaparak, sürekli Rabbileriyle beraber olacak bir atmosfer içinde bulunmaya gayret ederler." (Mekkî, 1:81)

Genel olarak, her gün okunması âdet hâline getirilen Kur?ân'dan bir miktar ve Hz. Peygamber'den gelen me'sûr dualarla, salât ve selâma vird denmekle birlikte, gece kılınan namaza da vird denilmiştir. Nitekim "gece kılmayı âdet edindiği virdine kalkamayıp kaçıran kimse, gündüz zevalden önce kılarsa aynı sevabı alır." (Müslim, "Müsafirin", 142; Ebû Davud, "Tatavvu", 19) müjdesini bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) vermiştir. Ayrıca vird, nafile namaz kılma, Kur?ân okuma ve dua etmenin yanı sıra, tefekkür ve ağlama anlamında da kullanılmıştır. Cüneyd-i Bağdadî'nin ağlama ve namaz da dahil olmak üzere geceye ait bir virdinin olduğu, bize aktarılan bilgiler arasındadır. (Kuşeyrî, 291, 298)

Fıtrat dini İslâm, geniş anlamıyla, yaratılanların Yaratan karşısında takındıkları tavırdır. Kur?ân bu tavra tesbih, hamd, tekbir ve secde gibi isimler vermektedir. (Ra'd Sûresi, 13/13, İsra Sûresi, 17/44, Nur Sûresi, 24/41) Verilenler, genel kavram olan ibadet ve/veya duanın çeşitleri sayılırlar. Hattâ, İslâm'ın günde beş ayrı vakitte edasını emrettiği namaz ibadetini karşılamak üzere Kur?ân ve Hadis'te kullanılan salât tabirinin sözlük anlamı da duadır. Takdis, secde, tekbir, hamd ve şükür kavramlarında da yaklaşık bu mâna bulunmaktadır. (Cürcani, "Tesbih" md.) Nitekim ibâdet ve dua burcunun zirvesindeki İnsan'ın (s.a.s.) ifadesiyle ibadetin de özü duadır. (Tirmizî, "Daavat", 1)

Belirli bir vakte bağlı olmayan en ideal dua şekli ise, zikirdir. Kur'ân'ın üzerinde ısrarla durduğu konulardan biri olan zikir, müştaklarıyla (türevleriyle) birlikte 256 yerde geçmektedir. Kur'ân'da genellikle lûgat anlamlarına uygun bir şekilde Allah'ı anmak, O'nu daima hatırlayıp hiç unutmamak mânâlarına kullanıldığı gibi, namaz (Ankebût Sûresi, 29/45, Cuma, 62/9) ve Kur?ân (Hicr Sûresi, 15/9) gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Üç âyette zikr-i kesir emri vardır. (Al-i İmran Sûresi, 3/41; Ahzap Sûresi, 33/41-42; Cuma Sûresi, 62/10) Bir âyette mü'minlerin ayakta, oturarak ve yanları üzere yatmışken Allah'ı zikrettiği belirtilmektedir. (Al-i İmran Sûresi, 3/191) Bir başka âyette, "Sabah ve akşam Rabbini, içinden yalvararak, ürpererek ve yüksek olmayan, kendinin işitebileceğin bir sesle zikret, gafillerden olma!" (A'raf Sûresi, 7/205) lafızlarıyla anlatılan zikrin, gafletin zıddı olduğu "Unuttuğunda hemen Rabbini an" (Kehf Sûresi, 18/24) âyetiyle teyit edilmektedir. Bir diğer âyette, " Ey iman edenler! Ne mallarınız, ne evlâtlarınız sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın!" (Münafikûn Sûresi, 63/9) diye emredilirken, bir başka âyette ticaret ve alış verişin kendilerini Allah'ın zikrinden alıkoymadığı kişiler rical(yiğit) olarak tavsif edilmektedir. (Nûr Sûresi, 24/37) Bir yandan kalplerin ve gönüllerin ancak zikr-i İlahî ile itminana ulaşabileceği vurgulanırken, (Ra'd Sûresi, 13/28) diğer yandan, Hakk?ın zikrinden yüz çevirenin sıkıntılı bir hayatla imtihan edileceğine (Ta-Ha Sûresi, 20/124) dikkat çekilmektedir.

Dikkat edilirse Kur'ân, sadece zikir için bir sınır koymayıp çok kelimesini kullanmaktadır. Diğer bütün ibadetler bir yönüyle sınırlandırıldığı hâlde, zikir için zaman, mekân ve pozisyon ayırımı yapılmadan âdeta sınırsızlaştırılmıştır. Öyle olması gayet tabiidir; çünkü zikir, perdelerin bütününü kaldırarak Kudreti Sonsuz'la irtibat kurmanın en ideal şeklidir.

Zikrin özelliklerinden biri de, ona zikirle mukabele edilmiş olmasıdır. Allah (c.c.) "Beni zikrediniz ki, Ben de sizi zikredeyim" (el-Bakara Sûresi, 2/152) buyurmuştur.

Zikrin fazileti hadislerde de dile getirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadiste Rabbisini zikredenle etmeyeni diri ile ölüye benzetir. (Tirmizî, "Daavat", 67) Diğer bazı hadislerde ise, şöyle buyurur: "Size amellerinizin en hayırlısını söyleyeyim mi? Allah'ı zikretmek." (Tirmizî, "Daavat", 6) "Bir topluluk oturup Allah'ı zikrederse, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar." (Müslim, "zikir", 8) "Cennet bahçelerini gördüğünüz zaman orada yiyiniz, içiniz, yararlanınız." Efendimiz (s.a.s.), "Cennet bahçeleri nedir"? sorusuna: "Zikir meclisleri." diye cevap vermiştir." (Tirmizî, "Daavat", 82)

Hz. Peygamber (s.a.s.), farklı zaman ve mekânlarda zikir ve dua ile uğraşmış ve bunu Müslümanlara tavsiye buyurmuştur. Meselâ O, her gece, İsra ve Zümer sûrelerini okurdu. (Buharî, "Tefsir, 17", 1, 21) Daha sonra da değineceğimiz gibi, seherlerde dua, istiğfar ve gözyaşı, O'nun hayatında sıkça görülen amellerdi.

Bu uygulamalar, İslâm'ın ilk asırlarında, özellikle hadisçiler arasında "amelu'l-yevm ve'l-leyl" (gündüz ve gece ibadeti) adıyla bir kitap türünün meydana gelmesine vesile olmuştur.

Günlük evrâd üzerinde hassasiyetle duran kesim, en başta tasavvuf ehlidir. Kuşeyrî'nin verdiği bilgiye göre Nasrâbâzî, tasavvufun vazgeçilmez esaslarını sıralarken "vird ve zikre devam etme" maddesini ilave etmiştir. (Kuşeyrî, 173) Aziz Nesefî (700/1300) de, tasavvufî hayatın sekiz edebini sayarken, belli vakitlere tahsis edilen evrâdı ihmal etmemeyi, özellikle tavsiye eder. (Cilî, 181) Yolculuk gibi sıkıntılı zamanlarda, bekârın evliliğinden sonra, hattâ cephede ve ölüm yatağında dahi günlük evrâdı terk etmemeye özen gösteren sûfîler, feyzin gelmesini belli dualara bağlamışlar, "virdi olmayanın varidi olmaz" demişlerdir. Onun için Ataullah el-İskenderanî (709/1309) virdi "Allah'ın kuldan istediği şey", varidi ise, "kulun Allah'tan beklediği şey" olarak tarif etmiştir. (İskenderanî, 26, 29)

Tarikat mensupları arasında yaygın olan en hacimli evrâd ve dua kitabı, Ahmet Ziyauddin
Gümüşhanevî'nin (1813-1893) Mecmuatu'l-Ahzab adlı üç ciltlik derlemesidir (İstanbul 1311). Yaklaşık 2000 sayfa hacmindeki bu eserde Peygamber Efendimiz, dört halife ve sahâbelerden başka hizib ve virdleri bulunan bazı sûfîler şunlardır: İbnu'l-Arabî (638/1240), Ebû'l-Hasan eş-Şazelî (656/1258), İbrahim ed-Desûkî (693/1295), Gazzalî (505/1111), Muinu'd-Din-i Çiştî (633/1236), Şahabeddin es-Suhreverdî (632/1234), Husameddin-i Uşşakî, Sa'deddin-i Cibavi, Abdulkadir-i Geylanî (562/1160), Abdulğanî en-Nablûsî (1143/1731), Bahâddin Nakşibend (791/1389), Mevlana Celaleddin-i Rumà (672/1273), Ahmed er-Rifaî (578/1183), Ahmed el-Bedevî (675/1276), Zeynuddin-i Hafî (838/1435).

Evrâd ve ezkâr kitapları arasında Nevevî?nin (1233-1277) Ezkâr-ı Nevevî diye tanınan Hilyetu'l-Ebrar adlı eserinin de (Dimaşk 1971) önemli bir yeri vardır. Nevevî'nin eseri gibi çok okunan evrâd kitaplarından biri de Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî (870/1465)'nin Delâilu'l-Hayrat'ı (Kara, 11:533) diğeri de Ehl-i Beyt tarikiyle Peygamber Efendimiz?e nisbet edilen Cevşen'dir.

Farsça asıllı olduğu kabul edilen cevşen kelimesi, sözlükte bir tür zırh, savaş elbisesi anlamına gelmektedir. Cevşen, Musa el-Kazım, Ca'fer es-Sadık, Muhammed el-Bakır, Ali Zeynülabidin, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarikiyle Peygamber Efendimiz?e nisbet edilir. Cevşen, her biri Allah'ın isim ve sıfatlarından on tanesini ihtiva eden 100 bölümden ibaret uzunca bir dua veya münacattır. Duanın tamamı Allah'a ait 250 isim ve 750 sıfatı muhtevidir. Bütün bu münacatların ana gayesi, dünya afetlerinden ve Âhiret azabından kurtuluşu niyaz etmektir. (Aydüz, Yeni Ümit, s: 51, s: 32-27)

Evrâdın, tasavvuf yoluna girmiş müridin kabiliyet ve ruhî durumuna göre tesbit edilmesi, en önemli noktalardan birisidir ve mürşidin görevleri arasındadır. Yaz ve kış aylarına, gecelerin kısa ve uzun olmalarına göre virdleri ve muhtevalarını değiştiren mürşidler de olmuştur. Nitekim Gazalî de evrâdın, şahsın durumun6a ve yaşanılan zamana uygun değiştiğini söyler. O, ayrıca mü'minleri, âbid, âlim, öğrenci, zanaatkâr (işçi-esnaf-çiftçi, sanatkâr vb), kamu hizmeti gören memur ve bütünüyle kendini Allah'a veren muvahhid olmak üzere altıya ayırır ve "Bil ki, Âhiret yolcusu olup Allah için çalışan kimse bu altı durumdan birinde bulunur," diyerek, bu sınıfların virdlerinden söz eder. Ona göre âbid, bütün gününü değişik ibadetlerle geçirmelidir. İlim adamının her türlü ilmî faaliyeti, farzları ve farzlara tabi sünnetleri yerine getirmesi şartıyla, en yüce ve makbul evrâdı oluşturur. Öğrenci için ilim öğrenmek, zikir ve nafilelerle uğraşmaktan önce gelir. İşçinin çalışması, zenaatkârın iş üretmesi de onların evrâdı cümlesinden sayılır, elverir ki farzları ve onlara tabi olan sünnetleri kaçırmasınlar. (Gazalî, 1:450)

Evrâdla ilgili vurgulanması gereken noktalardan birisi de, mürşidin kontrolünde vird edinmenin, tasavvuf yoluna intisap etmiş olanlara has olduğu gerçeğidir. Bunun dışında kalanlar, Kur?ân ve Sünnet'in gösterdiği genel çerçeve içinde, bir mürşide intisab etmeden de vird edinme imkânına sahiptirler. Hattâ bunun, her Müslüman için bir gereklilik olduğunu söylemek de mümkündür.

Hadis âlimlerinden Abdüssamed ibn Süleyman, bir hatırasında şunları anlatır: "Ahmed ibn Hanbel'e misafir olmuştum. Odama su koydu. Sabahleyin suyu kullanmadığımı görünce "Virdi olmayan nasıl hadisçi olabilir?" diyerek hayretini ifade etti. Misafir olduğumu söyleyince, "Misafir ol! Mesruk hacca gelmişti, o da misafirdi, ama geceleri sadece secdede uyurdu." dedi.

Tarikat şeyhi olmamasına rağmen, engin bir manevî hayat yaşayan Bediuzzaman Said Nursî, istisnasız her gece virdini okuyunca, günlük çalışmalarının verdiği usanç ve yorgunluktan bir eser kalmadığını ve bunu yüzlerce defa müşahede ettiğini ifade eder. (Kastamonu Lâhikası, 228) Onun virdi için ise şu açıklama yapılmaktadır: "Üstad, geceleri Kur?ân-ı Kerim'den vird edindiği süreleri, Resûl-ı Ekrem'in meşhur münacatı olan el-Cevşenu'l-Kebir'i, Şah-i Geylanî ve Şah-i Nakşîbendî gibi evliyanın büyüklerinin münacat ve hiziblerini, salâvat-ı nuriyeleri, bilhassa Risale-i Nur'un menbaı olan Hizbu'n-Nuriyeyi, âyât-ı Kur?ân'iye'nin lemaatı olan ve bir tefekkür zinciri oluşturan ve Yirmi Dokuzuncu Lem'a'da toplanan hizib ve münacatları okurdu." (Tarihçe-i Hayat, 168)

Said Havva, ortalama bir virdi "gece ibadeti, farzları cemaatle kılma, kuşluk ve revatip sünnetlerini kılma" şeklinde açıklarken (Havva, 170), Fethullah Gülen Hocaefendi de, evrâdı terk etmeyi içte bozulmanın alâmeti sayarak şöyle der: "İçte değişikliğe uğramanın bir diğer emaresi de, evrâd u ezkârı ve günlük hizbimizi okumayı, değişik sâiklerle de olsa terk etmektir. Dine hizmet ediyoruz, koşturuyoruz diye evrâd u ezkâr rafa konmuş durumda. Oysa ki, Tabiûn ve Tebeu't-Tabiin'e baktığımızda, her türlü vazife ve sorumluluklarının yanında evrâdı hiç terk etmediklerini görüyoruz." (Fasıldan Fasıla, 1:115)

***
Yeni Ümit dergisi
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce

Murakabe ile Hakk'a yakın olmak Nedir?

“Denetleme, gözetleme, kontrol etme” gibi mânâlara gelen Murakabe, Tarikat-ı aliye’nin esaslarından mühim bir husustur Murakabe; kulun devamlı surette, bütün hallerini Allah-u Teâlâ’nın bildiğinin şuuruna sahip olması, bütün hareketlerinden haberdar olduğunu bilmesi, her zaman kendini kontrol altında bulundurması demektir
“Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir” (Nisâ: 1) İnsan tekâmül edemediği için Allah-u Teâlâ’nın kendisini görüp gözettiğini bilememektedir Bütün hareketleriniz Allah-u Teâlâ’nın kontrolü altındadır Yaptıklarınızdan, sözlerinizden ve niyetlerinizden hiçbiri O’ndan gizli kalmaz Çünkü; “Allah her şeyi görüp gözetendir”(Ahzab: 52)
Yani her şeyi murakabe etmektedir Diğer bir Ayet-i kerimesinde ise şöyle buyuruyor: “Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde bir koruyucu, bir gözetleyici bulunmasın” (Târık: 4)
Murakabelerden geçtikçe iman tekâmül eder
“Rabbini kendi içinden yalvararak, gizlice, sözle bağırıp çağırmadan sabah ve akşam zikret Sakın gafillerden olma!” (A’raf: 205) Ayet-i kerimesine göre devamlı murakabe ve tam bir ihlâs ile Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmayı arzulayan bahtiyar bir kul için; yükselme ve feyz kapılarının açılarak başarı sebeplerinin hazır bulunduğu açık bir gerçektir
Murakabe iki şekilde olur:
1- Zâhiri hayatını murakabe
Dünya kazançlarının muhasebesini yapar gibi, nefisle inceden inceye hesap görmektir
Resulullah (sav) Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki: “Hesaba çekilmezden evvel nefislerinizi hesaba çekiniz” (Tirmizi) Sâlik kendisini daima kontrol eder, kârını-zararını ortaya koyar O gün vakitlerini güzel değerlendirdi ise şükreder, Allah-u Teâlâ’dan devamını diler Beğenilmeyen işler işledi ise tevbe ve istiğfar eder, bir daha yapmamanın azmi içinde olur
2- Mânevi terâkki ve tecellilerini murakabe
Sâlik bütün kayıt ve şartlardan sıyrılıp çıkar, Hakk’ta fânî olarak daima Hakk’ı tefekkür eder, huzur-u ilâhî’de Hakk ile olur Resulullah (sav)Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki: “Kalplerinizi murakabeye alıştırınız” (Münâvî)
Murakabe ikiye ayrılır:
a- Murakabe-i Avam: Allah-u Teâlâ’nın her yerde hazır ve nâzır olduğunu, kendisinin her hâlini gördüğünü ve bildiğini düşünmektir Bu “Ayn-el yakîn” mertebesidir
b- Murakabe-i Havas: Muhabbet cezbesi ile Allah-u Teâlâ’nın Ehadiyet sırlarını devam üzere görür gibi bütün eşyada düşünmektir Bu ise “Hakk-al yakîn” mertebesidir Ayet-i kerime’de: “O her şeyi çepeçevre kuşatandır” buyuruluyor (Fussilet: 54)
Murakabelar
Beş çeşit murakabe vardır ve bu murakabelar sıra ile yapılır Her birinin tecelliyâtı ayrı ayrıdır
1- Murakabe-i Ehadiyet:
Bu ilk murakabede İhlâs sûre-i şerif’inin tecelliyâtı husule gelir Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“De ki: O Allah bir tekdir Allah Samed’dir, her şey O’na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir Doğurmamış, doğrulmamıştır Hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri değildir” (İhlâs: 1-3) Gönül yolculuğunun ilk safhası başlar Allah-u Teâlâ’ya inanmış ve muhabbetini kazanmış olarak, İhlâs-ı şerif kapısından içeriye alınır, perde kapanır, orası bir gönül bahçesidir Orada dikilen ve feyz-i ilâhî ile, nur damlaları ile sulanan marifet çiçeklerinin kokusunu almaya, birçok gizli tecellileri gönülde seyretmeye başlar ve tefekküre dalar Resul-i Ekrem (sav) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde: “Tefekkür gibi bir ibadet olamaz” buyururlar(Münâvî)
2- Murakabe-i Maiyyet:
Sâlik dış âlemden elini, dilini ve gönlünü çeker, kendi iç âlemine döner Bu dönüşte daima Hakk ile başbaşa kalmak, ibadetini, huzur ve huşûsunu artırmak ister
Maiyyet üç merhaledir:
a Fenâfîşşeyh’de maiyyet
b Fenâfirrasul’de maiyyet
c Fenâfillâh’da maiyyet
Nasıl ki Emmâre, Levvâme ve Mülhime’ye kadar zâhidlerin sahası geniş ise, maiyyet murakabesinin de sahası geniştir Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime’lerinde şöyle buyurur: “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” (Hadid: 4) Resulullah (sav) Efendimiz ise bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar: “İmanın efdali her nerede olursa olsun, Allah’ın seninle hâzır ve her hâline nâzır bulunduğunu bilmendir” (Taberânî)
Bu hâle gelen bir kimseye Allah-u Teâlâ’nın her yerde mevcut olduğu hakikatı zuhur eder, müşahede mertebesine yükselir Rububiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder
“Allah’ın daima kendisini görmekte olduğunu bilmiyor mu o?” (Alâk: 14)
Resulullah (sav)Efendimiz de bu hususta şöyle buyururlar: “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir Zira sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor” (Müslim: 1)
3- Murakabe-i Akrabiyyet:
Akrabiyyet ve Muhabbet murakabeleri Fenâfillâh’a giden yoldur, Allah-u Teâlâ’ya yavaş yavaş yaklaşma hissi doğar “Biz insana şah damarından daha yakınız” (Kaf: 16)
Ayet-i kerime’sinin hakiki mânâsı bu murakabede tecelli etmeye başlar Allah-u Teâlâ’nın kendisine kendisinden yakın olduğunu gözü ile görmeye başlar
Birisi: “Allah var ve beni görüyor” diyor, diğeri ise: “Allah bana benden yakın” diyor Bu iki nokta hiç bir olur mu?
4- Murakabe-i Muhabbet:
Bu muhabbet murakabesinde; “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” (Maide: 54)
Ayet-i kerime’sinin tecelliyatı husule gelir Bu murakabede olanlar Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlıdırlar O artık gerçekten Allah-u Teâlâ’yı seviyor
Emanet-i ilâhî’yi O’nun uğruna hiçe saydıkça, Allah-u Teâlâ’nın ikram ve ihsanı da o nisbette artar Artık dünyevî zevk ve sefâlardan elini ve dilini çekmiştirÇünkü onun dostu O’dur
Artık o Hakk’ı sever, Hakk da onu sever Buraya kadar aynel-yakîn devam ediyordu Şimdi artık Hakk’al-yakîn başlıyor
5- Murakabe-i Vâhidiyet:
Vâhidiyet murakabesinde sâlik, nihayet kendisine kendisinden yakın olana kadar çıkar Bakar ki, meğer O imiş Burası nefsin “Sâfiye” makamıdır Bu murakabede; “Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır” (Bakara: 163) Ayet-i kerime’sinin tecelliyatı husule gelir Bu murakabede Hakk tecelli eder “Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin O ancak bir tek ilâhtır Yalnız benden korkun” (Nahl: 51) O Allah ki, ortağı ve benzeri olmayan bir Allah’tır, her cihetten tektir
Bir Hadis-i kudsî’de: “Yere göğe sığmadım, mümin kulun kalbine sığdım” buyuruluyor (K Hafâ)
Hakk’a vâsıl olmakla mukarrebûn sınıfına geçer ve Kudsî ruh’la desteklenir
Ayet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor: “Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, orada da öncüdürler Onlar Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır ve naîm cennetindedirler”

Hak Teâla buyuruyor ki:

“Allah her şeyi murakabe etmektedir.”(Ahzâb Suresi-ayet 52)

Rasûlullah(s.a.v) Efendimiz de şöyle buyuruyor:

***”İhsan,Allah’a sanki görüyormuşsun gibi ibadet etmendir.Her ne kadar sen O’nu göremiyorsan da,O seni görüyor.”(Müslim-Ebu Davud)

Peygamber Efendimizin “Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor.”buyurmasında murakabe haline işaret vardır.Çünkü murakabe,kulun Hak Teâla’nın her halükarda kendisini denetlemekte olduğunu bilmesidir.Bu bilginin sürekli olması,kul tarafından Rabbine yönelen bir murakabedir.Her türlü hayrın aslı budur.Muhasebe makamını tamamlamadan bu mertebeye ulaşma imkanı hemen hemen yok gibidir.Kul,geçmişte işlediğinden ötürü nefsini hesaba çeker,derhal durumunu düzeltir,kararlı olarak hak yolda yürür.Kendisi ile Allah(c.c)arasındaki haller itibarıyla kalbini dikkatle ve güzelce denetler,her nefes alıp verişte Allah’ın rızasını düşünürse,bütün hallerinde  Allahu Teâla’yı murakabe etmiş olur.Netice olarak kul,Allah’ın kendisi üzerinde murakıp olduğunu,kalbine yakın bulunduğunu,hallerini bildiğini,fiillerini gördüğünü ve dediklerini işittiğini bilir.Bunların hepsinden gafil olan,daha başlangıçta vuslat imkanından uzak kalmış olur.Allah’a yakınlık makamındaki hakikatlerden,çok daha fazla uzak kalmış olur.

Bir kimse kalbine gelen havâtır hususunda Allah ile murakabe halinde bulunursa,Hak Teâla onun organlarını hata ve günah işlemekten korur.

Zünnûn-ı Mısrî der ki:

-“Murakabenin alameti Allahu Teâla’nın tercih ettiğini tercih etmek,Allahu Teâla’nın büyük gördüğünü büyük görmek,Allahu Teâla’nın küçük gördüğünü de küçük görmektir.”

Ümit mümini ibadete sevkeder,korku da günahtan uzaklaştırır.Murakabe ise onu hakikat mertebesine ulaştırır..
***
Kaynak: Miftâhu’r-Rüşd



-----------------------------------
MURAKABE:

(Mevlana Halid Bağdadi)
Allah Teâlâ bizleri kendi edebiyle ahlaklanan ve doğru yolu üzerinde sabit olanlardan kılsın. Bu 33. mektup müceddidiye meşrebine göre murakabe ve murakabeden doğan kudsî hakikatleri beyan eder.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,

Hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur. Salât ü selam Allah Teâlâ’nın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem üzerine olsun.

Bilmiş ol ki maiyyet murakabesinden sonra, akrabiyyet murakabesi gelir.

Cenab-ı Hak Sübhanehü:

(Biz ona şah damarından daha yakınız) [12]âyet-i celilesiyle bu murakabeye işaret eder.

Akrabiyet murakabesi velâyet-i kübra dairelerinin birinci dairesidir. Velâyet-i kübranın üç tam bir de yarım dairesi vardır. Bu yarım daireye GAVS denir, ikinci, üçüncü ve GAVS dairelerinde muhabbet murakabesine geçilir. Bu murakabeyi tasdik eden âyet-i celile “Allah onları sever, onlar Allah’ı sever.”[13] âyet-i kerimesidir.

Velâyet-i kübrada doğru bir idrake sahip olanlar için ilk gördüğü halden başka haller görünür. Bu velâyet Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin velâyetidir, Daha sonra toprak unsurunun dışındaki üç unsurdan BATİN isminin musemmasının rabıtası yapılır. Buna ‘velâyet-i ulya’ denilir.

Sonra toprak unsurundan, nübüvvet kemallerinin murakebesi vardır.

Sonra risalet kemalinin murakebesi vardır.

Sonra da Ulul-Azm’in kemalinin murakabesi vardır,

Ondan sonra da heyet-i vahdaniye’nin murakabesi gelir. Heyeti vahdaniye letâif-i aşere birleşmesinden meydana gelir. Beşi âlem-i emirden kalb, Ruh, Sır, Hafa, ahfâ’dır. Beş tanesi de halk âlemindendir. Nefs ve ana-r-ı erbaa denilen Toprak, Hava, Su ve ateştir. Hepsi kemale erince bir latife i olur. O vakit kalb Allah (c.c)’in feyizlerinin indiği yer olur.

Sonra Hz. İbrahim aleyhisselâmın dostluk makamının murakabesi gelir.

İbrahim aleyhisselâmın dostluk makamı ve hakikatinin kaynağı Allah Teâlâ zat-ı Akdesini bizzat murakabesidir.

Sonra muhabbet-i zatiyenin dairesi gelir. Bu daireye, muhabbeti zatiye ve hakikat-ı Museviyye’ye kaynak olması itibarıyla ‘Makam-ı Musevi’ ve ‘Murakabe-i Zat’da denir.

Sonra hakikati Muhâmmediyye’ye kaynak olması itabarıyla murakabe-i zat ve muhbubiyyeti zatiyye ile iç içe bulunan muhibbiyeti zatiyenin dairesi gelir. Sonra hakikat-ı Ahmediyye’ye menşe olma kaynak olması itibarıyla zat murakabesi ve halis hubb-i zat dairesi gelir. I

Sonra la tayn (tayinsiz), mutlak Hazret-i Zat mertebesi vardır.

Sonra güzel Kâbe’nin hakikati gelir. Bu hakikat Allah Teâlâ’nın azamet ve kibriyasının zuhurundan ibarettir. Burada bütün mümkinatın, Allah Teâlâ’ya secde ettiği itibarıyla zat’ın murakabesi vardır.

Bunların akabinde Hakikat-ı Kur’aniyye mevcuddur. Bu, zat-ı Aliyye’nin benzeri olmamak ve hakikat-ı Kur’aniyyeye menşe’e olduğu mulahazasıyla vüs’at’in mebdei (genişliğin başlangıcı)nden ibarettir.

Bunu takiben oruç ve namazın hakikati gelir. Bunlar oruç ve namaz hakikatine kaynak olduğu itibarıyla zat-ı Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin misli olmamasının kemal-i vusa’tından (mutlak büyüklük)  ibarettir.

İki yerde vus’at kelimesini kullanmamız, bu manaları izah etmekde, ifade sahalarının dar olmasından ileri gelmektedir. Bu hakikatlerin yaşanması esnasında Kur’an-ı Mecid’in okunması ilerlemeye ve yükselmeye vesile olacağından faidelidir.

Sonra sırf ma’budiyyet bakımından halis mabudiyyet ve seyr-i nazarinin hâsıl olma dairesi gelir. (Nazar ve görüş seyr-i sülük manasında kullanılmıştır). Bu seyr, kademi değildir. Çünkü kademi seyr abdiyyet makamlarındandır.

Bütün bunlar tarikat-ı aliyye-i Nakşibendiyye’deki murakabe ve makamların isimleridir. Bu hususta Müceddidiye Mektubatında (İmam-i Rabbani’nin mektubatı) geniş açıklamalar mevcuttur.

Bu gibi makamlarda murakabe ile meşgul olanlar anlatılanlardan payını alacaktır. Mürşid olan şeyhin teveccühü ile de ilerleme ve yükselmeler hâsıl olacaktır. Muvaffak kılan Allah Teâlâ’ dır.[14]

AÇIKLAMA
Murakebe birkaç mertebedir. Birinci derece, kâinatı seyredip devamlı Hak Teâlâ’ya seyr-ü suluk edenlerin mertebesidir. İkinci mertebe Allah Teâlâ’ya itiraz ve ona ters düşmekten sakınmak, Allah Teâlâ’nın devamlı seni gözettiğini düşünmek suretiyle yapılan murakabedir. Bunun derecesi birinciden daha yüksektir.

BİRİNCİ MERTEBE kalbin Allah Teâlâ ile hazır olmasıdır.

İKİNCİ MERTEBE Allah Teâlâ’nın devamlı sana baktığını düşünmendir. Bu durumda sen kendi fiilinle onun fiiline kendi iradenle onun iradesine ters düşmezsin. Sonra da senin fiilin O’nun fiilinde ve senin iraden O’nun iradesinde fani olacaktır. Bu fenaya hazırlık manasında olan şuhudî mu-rakabe; ancak Bari Teâlâ’nın tecellisinin nuru ile olur.

ÜÇÜNCÜ MERTEBE ise Tevhid ilmine yönelmek için ileriye bakan gözünün mütalasıyla fezeli murakabe etmektir. Ezel manasını hazır bulundurmak; Hakk Teâlâ’nın herşeyden önce olduğunu mütalaa etmektir. Ezelin ezeliyetini kıdem-i zati ile müşahade ederek bu şuhudla birlikte tevhid-i zati ilmine yönelip Allah Teâlâ’nın herşeyden önce olduğunu bilmektir. Öyle ki gerek zamanın içinde, gerek evvelinde, gerekse sonrasında; her şeyin Zat-ı Bari Teâlâ’dan sonra olduğunu bilir.

Ezeli olan her mananın ebedi vakitlerden bir vakit zahir olacağını görecektir. Ezelin uhudunu ebed ile birleştirecektir. Kendi şahsını da Allah Teâlâ’nın ezelde tecilli ettiği manalardan bir mana olarak görecektir. O’nu görmekle de nefsini yok edecektir. Çünkü şuhud; Hakk’ın Hakk için Hakk ile görülmesidir. Bu durumda kul murakabe bağından kurtulur. Zira murakabe demek; kendini Allah-u Teâlâya bağlamak demektir. Bu durumda zaten kendi sureti fena bulup bütünüyle Hakk’a bağlanır.

Bunu bilince ortaya çıktı ki; murakebe; ihsanın gereğidir. İhsan makamının kemalatı Nakşî Tarikatı’yla elde edilir. Cibril aleyhisselâm hadis-i şerifinde bu murakebeye işaret edilmiştir, Şöyle ki;

Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cibril-i Emin’in ihsanın ne olduğunu sorduğu zaman O: Allah Teâlâya Onu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsanda, Onun seni gördüğünü düşünmendir.[17] diye murakabeyi tarif ederek cevap vermiştir.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu hadis-i şeriflerinde; Allah Teâlâ’nın murakebesinin ve yüceliğin tasavvurunun iki kısımdan olduğuna işaret etmiştir.

Birinci Kısım: Hakk’ın müşahadesinin galip gelmesidir.

İkinci Kısım: Hakk’ın kendisini daima kontrol ettiğini müşahade etmektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, her iki halde de kulun yaptığından haberdardır.

Allah Teâlâ her nefsin yaptığını ve bütün mahlûkatın hareket ve sükûnetlerini görendir. Kul birinci halde ibadetlerinde kusur yapmaya yaklaşmadığı gibi ikinci halde de, kusur yapmaya yaklaşmaz. Allah Teâlâ’nın ona vakıf olmasını, kendini gördüğünü, kemal-i azametini ve açık Celalini bilmesi, her iki durumda da aynıdır.

Murakebe her hayrın aslı ve Hakk’tan kopan için Allah Teâlâ’ya bağlanma vesilesidir.

Nakşibendî Sadatı’na göre murakabe bir kaç mertebe ve bir kaç derece üzerindedir.

Birinci derece: Allah Teâlâ’nın marifetinde seyrü sülük sırasında devamlı Hakk Teâlâ’yı gözetmektir. Bu şekildeki murakebeye “Ehadiyet Murakebe’si” denir. Âlem-i emirdeki beş latifenin makamlarını geçip, kalbin teveccühü yükseldikten sonra bu murakebe ile meşgul olurlar. Âlem-i halktan olan beş latife artık nefs-i natıkanın seyrine girmişlerdir. Bu şuhudda âlem-i halktan olan latifeler nefs-i natıkanın ta kendisidir.

İkinci derece “akrabiyet murakabesidir.” Allah Teâlâ’nın nefsinden daha fazla sana yakın olduğunu bilmen ve düşünmendir. Bu murakebenin delili, “Biz insana şah damarından daha yakınız.”[18] âyet-i celilesidir. Cenab-ı Hakk’ın bütün haretek ve sekenatında takdiriyle sana baktığını düşünmekle birlikte nefsinden daha fazla sana yakın olduğunu biimendir. Bunun delili:

“Gözler O’nu idrak etmezler. O gözleri idrak eder.”[19] âyet-i celilesidir.

MURAKEBENİN DÖRDÜNCÜ MERTEBESİ “ilmiye murakebesi” dır. Bu murakebede Allah Teâlâ’nın her an kalbe geleni bildiğini düşünmen ve bu şekilde kalbini bütün kötü ve çirkin hatıralardan muhafaza etmendir. Bunun delili “Allah kaiblerin içindekini hakkıyla bilir.”[20] âyeti celilesidir. Daha sonra

BEŞİNCİ MERTEBESİ olarak “failiyet murakabesi” gelir. Zatının ve fiillerinin Allah Teâlâ’nın fiillerinden olduğunu murakebe etmendir. Bunu düşünmekle, zorlukta ve bollukta Allah Teâlâ’nın bütün fiillerine rıza göstermen mümkün olur. Bunun delili; “Muhakkak senin Rabbin dilediğini yapandır.” [21] âyet-i celilesidir.

Sonra ALTINCI MERTEBE gelir. Bu mertebede ‘mülkiyet murakabesi’ yapılır. Zatının ve sahip olduğun herşeyin Allah Teâlâ’nın mülklerinden bir mülk olduğunu düşünerek mülkünde ona karşı gelmeyeceksin. Bütün işlerini kendisine bırakacaksın. Her halinde ona tevekkül edeceksin. Bu murakabeye delil:

“Hak onun dediğidir. Mülk de onundur.” [22] âyeti celilesidir.

YEDİNCİ MURAKEBE MERTEBESİ “Hayatiyyet murakebesidir.” Ebedi hayat âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ tarafından ihata edilmiştir. Böylece kendi sıfatını O’nun sıfatında zatını O’nun zatında fena etmiş olursun. Nefsinin varlığı yok olmuş olur. Bütün işlerini Hayy ve Kayyum olan Allah Teâlâ’ya bırakırsın. Bunun delili: ” Ebedi hayat sahibi O’dur, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.” [23] mealindeki âyettir.

SEKİZİNCİ MURAKEBE MERTEBESİ “Mahbubiyyet Murakabesi” dır. Nafile ibadetlerle çok fazla meşgul olmakla Allah Teâlâ’ya yaklaşarak, onun muhabbetinin sana hasıl olmasıdır. Bu durumda Allah Teâlâ’nın hadis-i kudside: “Kulum nafile ibadetlere devam ede ede bana yaklaşır ve ben de onu severim…” buyurduğu hakikat gerçekleşir. Kulun nafile ibadetlerle Allah Teâlâ’ya yaklaşması Allah Teâlâ’nın kulu sevmesine sebeb olmuştur. Mükâfat amelin cinsine göredir. Bu murakebenin delili;

“Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.” [24] âyeti kerimesidir.

DOKUZUNCU MERTEBE ‘tevhid-i şuhudi’nin murakabesi” dır. Bu ne tarafa yönetirsen yönel basiret gözüyle Allah Teâlâ’yı önünde görmendir. Ebu Bekir Sıddık radiyallâhü anh “Ne gördüysem, Allah’ı o gördüğümün evvelinde gördüm” buyurmuştur. Bu hale delil de:

“Siz ne tarafa yönelirseniz, orası Allah Teâlâ’ya ibadet yönüdür.” [25]âyeti kerimesidir.

Salik mücahede ile bu murakabelerle meşgul olmaya devam ederse, müşahade mertebesine yükselir. O zaman bütün hallerinde seyr-i enfusi başlangıcı olan murakebe-i maiyyet ile meşgul olması vacip olur. Seyr-i enfusi arşın üstünde olup Allah Teâlâ’nın  ‘Zahir’ isminin başlangıcıdır. Burada telkin edilen maiyyet murakabesi Allah Teâlâ’nın zatına yönelmektir. Bu mertebede Allah Teâlâ’nın:

“Siz nerede olursanız olun Allah (ilmiyle kudretiyle) sizlerledir.” [26] âyetinin hakikatına vakıf olunur. Artık nimet ve ihsan sahibi Allah’dan feyiz bekleyecektir. Buradaki feyzin kaynağı, nefisten başka yalnız diğer dört latifenin zikirleridir.

Bu makamda önce fena fi’ş-Şeyh makamıyla müşerref olunur. Bu makamın birçok faydaları vardır. Ancak tadanlar bilir. Sonra hakikatta ve nefsü’l-emirde kevn âleminden Hakk Teâlâ’nın aynası fena fi’r-resul makamıyla müşerref olur. Sonra da fena fülah ve Beka billâh makamlarıyla şereflenir.

Varlık âlemindeki eşyaların nasıl Allah Teâlâ ile birlikte olduğu hakikati kendisine lütfedilir. Yalnız bu beraberlik mahlûkların birbirleriyle olan beraberliği gibi değildir. Başka şeylerin biribirine girmesine benzemez. Bu beraberlik velâyet-i suğra ile şereflenmiş hal sahibi ile Allah Teâlâ arasındaki Rabbani sırdır.

Güneşin gündüz zahir olmasından daha fazla bu hal salik için zahir olur. Dünya ve içindekiler, gökler, arş, cennet, cehennem, hâsılı bütün mevcudat, salikin basireti yanında güneşin ışığında görülen bir zerre hükmündedir. Bu makamda şu tehlikeden korkulur. Salik kendini terbiye eden mürşidini unutup kendini de kâmil görebilir. Zira nefsini bütün mülkün maliki ve bütün tasarrufların kendi emir ve iradesine göre olduğunu görür. Hâlbuki nefs bütün fiillerin kemalatıyla ve zahiri isimlerle müzeyyen olmuştur. Riyaset ile kaim ve enaniyet ile daimdir. Bu durumda yapılması gereken, kendisini tamamlayan mürşidi ile ruhani irtibatını kuvvetlendirmektir. Böyle yaparsa mürşid-i kâmil onu bu hallerden kurtarır.

O kimse hâlâ daha nefsin berzahına bağlı, dildeki zikr-i tehlilin kafesine mahbustur. Bu makam, zikrinde ve tehlilinde ‘la mevcude illallah’a’ doğru terakki etmeye kuvvetli bir sebebtir. O zaman kendisine tevhid-i şuhudi zahir olur. İnâyet-i ilahi cezbe ve sülük ile kendisine refakat eder. Nefs fena bulup enaniyeti yok olur. Daha sonra konumuzun başında zikrettiğimiz üç mertebenin üçünde de zahir olan murakabelere göre enaniyyet ve nefisten bir şey bırakmamak üzere kalbin Allah Teâlâ’nın zikriyle sükûn bulması hâsıl olursa, o mertebelerdeki zahiri isimlerin hakikati batını isimlerin başlangıcı olan noktaya yetişmekle enbiya-ı izamın velâyeti ki bu velâyet-i kübrâdır- kendisine hoş geldin der.

Allah Teâlâ’nın ihsan kaynağından kendisine refref-i vücud hediye edilir. Salikin varlığından yok olma ve onunla birleşme meydana geldikten sonra ortak nübüvvet kemalatının seyrine başlamaya hak kazanır. Bu makam salikin içine yansımak suretiyle kendisine devamlı tecelii-i zât hâsıl olur.

Bu makam, kemalat-ı nübüvvet île tabir edilir. Bu aziz makamda salikin terakkisi, farzları eda etmek, Allah Teâlâ’nın kadim kelamını okumak, bütün âleme rahmet olarak gönderilen Fahr-i Alem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme mutabaat ve sıfatların kaydından sıyrılıp Allah Teâlâ’nın zat murakebesiyle mümkün olur.

Bu makam avamda toprak unsuru ile olur. Bu makamdaki bütün varlıklar ve renkler gözlenir. Keyfiyyet ve misliyyet diye bir şey kalmadığından tam bir hayret ve şaşkınlığa düşer. Böylece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Ey Rabbim benim sendeki hayretimi artır.” [27]mealindeki hadis-i şerifine mazhar olunur.

Burada nefsin hiç alakası kalmaz. Delil gerektiren konular kendisi için açık olur. Zanni olan şeyler yakîne dönüşür. Kurân-ı Kerim’deki mukatta harflerin sırlarının manası bu makamda insan için açılır. Bundan dolayı Mevlana Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin işaret ettiği gibi mukaddes hakikatların sırlarının manaları kendisine zahir olur.

Bu Allah Teâlâ’nın fazl u ihsanıdır. Allah dilediği kişiye verir. Allah Teâlâ büyük fazilet sahibidir.[28]

[1] “O Allah bir tektir.” (İhlâs, 1)

[2] (Ankebût,6)

[3] Hazinî, Cevahiru’l Ebrâr min Emvâc-ı Bihâr, Yesevî Menâkıpnâmesi, Cihan Okuyucu, Kayseri, 1995, s.56

[4] “Hakk’ın zatı,  bütün bağlılıklardan,  itibardan tecerrüdü,  kendisinin hiçbir şeye, hiçbir şeyin de kendisine münasebeti olmadığı mertebe hakkında hiçbir şey söylenemez. Hakk’ın halka, halkın da Hakk’a bağlı bulunduğu mertebede ise, Allah Teâlâ’nın zatına haller ve sıfatlar nisbet edilir. Çünkü halk, Hakk’ın görünme ve meydana çıkma yerleridir. Rıza, gazap,  icabet, sevinç vb. gibi şeyler ki, bunlara şuun denmiştir. Her müessirde birtakım sıfatlar vardır ki, bunlar, O’ndaki ülûhiyyet mertebesidir. Bu mertebenin kabz, bast, yaşatma, öldürme,  kahr vs. gibi şeylere mahsus halleri vardır. Bunlar mertebenin hükümleridir. Bu genel mukaddimeyi bil ki, Allah Teâlâ’nın izniyle yararlanasın.” (Sadrettin Konevi’nin Fatiha Tefsirinden) (İrfan sofraları,  19. sofra,  Niyazi Mısri,  Süleyman ATEŞ,  1971, s.53)

[5] (Kasas, 88)

[6] Burada geçen (kâdem-i şerif) ayaklardan maksat sünnet ve tarikattır. Bu latifelerden biriyle kendisinde bir terakki hâsıl olup adı geçen hal ve durumlardan biri zuhur ederse aynı latifeyi ayağı altında bulunduran nebînin meşrebi üzerinde sayılır.

[7] ( A’raf, 143)

[8] (Şura,11)

[9] (Kalem, 4)

[10] Gölge. Perde. Zıll; dünyada görünen varlıklardır. Bu varlıklar bir gölgedir. Zatın isimleri ve sıfatlarının gölgelerinin tecellilerini seyr ederek Allah Teâlâ’yı gördüğünü zan ederek bir yokluğa düşer.

[11] “Allah Teâlâ bizimledir” (Tevbe, 40)

[12] Kaf, 16

[13] Maide,54

14- (33. Mektup-
Mevlana Halid Bağdadi)

Rabıta Mü'mini Murakabeye Götürür...

Rabıtası kuvvetli olan ihvanın şeytan semtinden bile geçemez.
Rabıtalı olan insanın kalbi zikirle olur; çünkü İhvan daima mürşidiyle beraber bulundu mu, hem latifleri  (zikri mertebeler) çabuk çabuk geçer, hem de şeytan semtine uğrayamaz.
Unutursa, istila eder girer kalbinin içine.
Küçük günahlarda ısrar, büyük günahlara kapı açar. İlacı, seherde çekilen evraddır.
Derslerimiz, nefsin mertebelerini geçmek içindir.
Yerine getirilmemesi münafıklık alametidir.

Mürşidin irfan meclislerini takip etmek kişiyi
İlim, sünnete riayet, ibadette ısrar  tasavvufu derslerini kolaylaştırır.
Fıkıh ile hadis öğren / Nefsini yıkmaya davran
Seher vaktinde yapılan derslerde büyük ikramlar olur.
Üstadımız Sami Efendi Hazretleri (k.s.), “Bizim ihvanımız
H.z. Peygamber’in (s.a.v.)koruması altındadır” buyururlardı.

Rabbimizin “kulum” dediği vasıfta insan olmadan kendimizi olduk piştik diye kabul edemeyiz.
Mürşidine rabıtası kuvvetli olan ihvanın işi çok kolaylaşır.
Rabıta murakabeye götürür;
Rabbimizin yaratışındaki sırları tefekküre sevkedir ve buradan  hikmet meyveleri devşirtir.
Benlik şişesini kıracağız.
Yedi kat semayı yok bileceğiz.
Nedir murakabe? Hesap korkusu taşıyacağız.

Sami Efendimiz Hazretleri kutbul aktabdı. İnsanların ve cinlerin halifesi idi.
Öyleyken üzerlerinden hiç eksilmeyen bir mahzuniyetleri vardı.
Bütün üstatlarımız, manevi bir ocaktır.
Biz ancak ocağın etrafında ısınıyoruz.
Ocağın üzerine oturmamız lazım.
Bir gün evladımız bize “Bu derslerin sonu nereye kadar varacak” diye sordu.
“Oğlum! İbadet ölene kadardır” dedim.
Bizim evladımız eşyanın konuştuğuna muttali olur biiznillah.
Ama esas olan “kulluk” sırrına ermektir.
Muhiddin-i Arabî Hazretleri (k.s.)
“Bitkilerle, hayvanlarla konuşur hale gelseniz dahi derslerinize devam edin”
buyurmuşlardır.
Efendimiz (s.a.v.) bir beşerdir ama taşlar arasında yakut gibidir.

Ladikli Hacı Ahmet Ağamız,
“Mahmut Sami Efendi Hazretlerinin evlatları arasında hayvan suretinde olan kimse görmüyorum” buyurur.
Bu nimet, her yol ehline nasip olmaz. Hayvan suretinde olmamak ihlâsa bağlıdır. Akşam ile yatsı arasında 100 defa “Suphanallah ve bihamdihi” deyin buyurmuştu Sultanımız.
İbadetlerimize ihlâs tuzu biberi ektiğimizde o ibadetleri mizan bile tartamaz.
İhlas yoksa, sadece yorulduğumuzla kalırız.
İhlâs ile amel nasıl olur, derseniz; samimi ibadet başkalarının derdiyle dertlenmekle hasıl olur.
Mahallemizde köyümüzde evlenmemiş kız çocukların halleri gözümüzde uyku koymuyor.
Gönül kırmayan, insanlarla muamelelerinde af yolunu seçenlere ihlâs elbisesi giydirilir.

Niye? Diliyle “la ilahe illallah” deyip nefsinin hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaştığında kuldan bilip de tasdikini bozmadığı için ameli ALLAH (cc.) için halis olur.
Ebu Cehil yolundan gidenlerin ise amellerinde ihlâs, samimiyet bulunmaz.
"Şeyhi "Mürşidi" olmayanın hocası Şeytandır!"

Canı gönülden Allahımızı zikretmezsek kafamızda şeytan dolaşır.
Ne kendimize ne çoluk çocuğumuza faydamız olur.
Zikrullah şifaul kulûbdur.
Kalpde Cenabı Hakk’ı zikir, kalbi emrazdan izale için, hasetten, dünyadan, kibirden, buhülden, adavetten de, hırstan, tama’dan kurtulmak için aynı şifadır.
“Ez-zikru hayrum mines-sadaka” Zikir sadakadan da efdaldir,
buyrulmuştur.
Şeytan Beni ademin kalbine icrayı nüfûz için istila eder.
Lâkin kalp Cenab-ı Allah’ı zikredince mecburen geri çekilir, unutursa da istila eder.
Mevla bizi zat-ı Kibriyasını her nefeste hatırlayan ve amellerini şeytana kaptırmayan kulları arasına dahil etsin inşallah.

Alemlerin Rabb’ı olan  ALLAH (cc.), a hamd olsun.
Şüphesiz Allah-u Teâlâ doğrusunu bilip söyleyendir.
***
Alıntı...
Düzenleme: Aydın Suyak

12 Aralık 2014 Cuma

Tasavvuf yolunda ki zikri letaif nedir?

Letaif ; Arabça 'Latife' kelimesinin çoğulu olup  "Latifeler" anlamındadır.
Latife insan vücuduna yerleştirilmiş manevi sırda ki nuranî cevher kaynağı olan yerlere verilen isimdir.

Gizli, sırlı ve iç aleminde saklı cevherler olan Letâif, baş gözüyle görülmezler, ancak gördükleri vazifelerden varlıkları anlaşılır. İnsanın ruhani aslı bunlardır. Bu cevherler mümin-kafir her insanda mevcuttur. Kâmil mürşidler bu cevherleri ilim, tecrübe ve müşahede ile tanıyıp yerlerini ve görevlerini tespit etmişlerdir.

Latife, Kur'an-ı Kerim kaynaklı insanın duyu üstü melekelerinden her biridir.

Cenab-ı Hakk (c.c) insanı on asıl şeyden yaratmıştır. Beşi mahlukat alemi denilen hâlk alemindendir. Bunlar toprak, su, hava, ateş ve nefstir. Bunların başkanı ve hakimi nefstir.

Âlem-i emrden olan letâif, rûhani ve nûrani, âlem-i halktan olan letâif ise cismâni ve zulmânidir.

Bir mü’minin nefsi, yedi sıfatında terakki edebilmesi için vücûdunun müştemil bulunduğu letâif-i seb’a denilen letâifin de; zikir, fikir ve tefekkürle tasfiye ve terbiye görmesi lazımdır.

O yedi sıfat da: Kalp, Sır, Ruh, Hafi, Ahfa ve Nefs-i natıka ile tüm bedendir. İnsanı diğer canlılardan ayıran fark âlem-i emrden olan rûhâni ve nûrani letâif-i hamse (letaifden beş tanesi) kalb, ruh, sır, hafi, ahfa âlem-i emrdendir. His, hayal, yön ve mekanla sınırlanmayan, mesafe ve maddesi olmayan, Allah’ın ‘ol’ emri ve iradesinin tecelli etmesiyle yaratılan şeylerden oluşan Âlem-i emr(=emir alemi)'den olan letâif, rûhani ve nûranidir.

Nefs ile cesedin ihtiva ettiği anâsır-ı erbaa (=Dört Unsur) –ki ateş, hava, su ve toprak- da Ölçü ve hesap ile bilinebilen, gözle görülen ve incelenebilen cisimlerden oluşan âlem-i halktandır. Halk aleminden olan letâif cismâni ve zulmânidir.

Diğer beş unsur ise, asılları alem-i emirden olan insani kalb, ruh, sır, hafi ve ahfadır. Bunların başkanı ve hakimi kalptir.

Allah, kudreti ve hikmetiyle aşk yoluyla her iki alemin latifelerinin aralarını birleştirmiş ve kaynaştırmıştır. Öyle ki bunlar birbirinden ayrılmak istemezler. Bu aşktan dolayı hâlk aleminin latifeleri emir aleminin latifelerini hükmü altına almıştır.

Letaifin Vücut da ki yerleşim yerleri:

1. Kalb, sol memenin dört parmak altındadır. İlahi huzur ve tecelliyat mahâllidir.

2. Ruh, sağ memenin dört parmak altındadır. İlahi aşk ve muhabbet mahâllidir.

3. Sır, sol memenin iki parmak üstündedir. İlahi marifet mahâllidir.

4. Hafi, sağ memenin iki parmak üstündedir. ilahi tecelli ve nurlar içinde kaybolma mahallidir. Buna istiğrak denir.

5. Ahfa, göğüs kafesinin üst ucundan yani gırtlak çukurundan iki parmak kadar aşağıdır. İlâhî sır mahallidir. Gizli ilimler ve tecelliler merkezidir. Burada elde edilen duruma izmihlal denir.

6. Nefs-i natıka (külli) latifesinin yeri iki kaşın ortasıdır.

7. Nefs-i Külli ( Tüm Beden ) : Sultani Zikir Makamı.

Kalb bütün latifelerin merkezi olup "Ruh"un sarayıdır. Ruh kalbde egemen olunca, bedeni "Ruh"un emirlerine göre yönetir; ruh vasıtasıyla aldığı ilâhi feyiz ve terbiyeyi bedenin bütün işlerine yansıtır. Kalbde yakîn nûru parlamaya başlayınca dünya hayatı fâni ve değersiz görünür. Çünkü kalb, marifetullah nûrunun parlayacağı yegâne mahaldir ki, iman güneşi o burçtan doğar. Bütün ilâhi sırlar orada gizlidir. Kalbde o hakiki, lâhutî güneşin doğmasıyla bu yüksek tecellinin nurlu eserleri insanın bütün azalarında zâhir olur. O zaman kulluk vazifelerini; derin ve derûni bir zevk ve neş’e içinde seve seve îfa eder. Kalbin salahının cesede sirayetini Buhari’deki şu Hadis-i Şerif izah etmektedir: “Dikkat ediniz ki, insanın cesedinde bir et parçası vardır ki, o et parçası sâlih oldukça bütün vücuddaki âzalar sağlam olur. Eğer o fasid olursa bütün cesedi bozulur. O et parçası kalptir.”

Terbiye olmamış nefs, devamlı kötülüğü emreden sıfatıyla kalbi tamamen hükmü altına aldığı zaman, kalbden Allah için hiç bir hayırlı amel çıkmaz. Bu durumda ruh da, nefsin arzularına bağımlı hâle gelir. Artık kalb ve ruh asli vazifelerinden uzaklaşmış ve ölmüşçesine gaflete düşmüş olurlar. Bu hâl kalbin perdelenmesi ve günahlarla kararmasıdır.

İnsanın bu durumdan kurtulması için çok ciddi bir tedaviye ihtiyacı vardır. Bu tedavinin en güzel ve en kolay yolu bir mürşid-i kâmilin elinden tövbe alıp, kendisine intisap edip manevi terbiyeden geçmektir.

Mürşid-i kâmil, kendisine intisap eden müride önce güzel bir tövbe yaptırır. Sonra zikir telkin eder. Letaifleri hakiki vazifelerine döndürmek gevşemeyi gidermek için onların zikir nurları ile aydınlanması, temizlenmesi ve beslenmesi gerekir.

ZİKİR VE LETAİF

Zikrin nuru ilk olarak kalbe, sonraları diğer letaife sirayet eder. Zikre devam edildiğinde kalpten Allah’ın sevmediği ve razı olmadığı düşünceler silinip gider. Zikir kalbe iyice yerleşince her hâlde zikretme hâline geçer, böylece gaflet yok olur. Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir, insanda Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ahlak ve sıfatlar oluşur.

Vücuttaki su unsurunun nefsin kötü sıfatlarından birisi olan nifak özelliği ile irtibatlıdır. Suda, bulunduğu kabın şeklini ve rengini alma özelliği ve bulunduğu şartlara göre değişme sıfatı vardır. Bu sıfat, insana münafıklık olarak yansır ve iki yüzlülük meydana gelir. Ancak bu sıfat, mürşid-i kâmilin terbiye, himmet ve tasarrufu ile alçakgönüllü olmaya dönüşür. Kalbden nifak ve yalancılık gider, yerini samimiyet ve mertlik alır.

Ateş unsurundan kaynaklanan zulüm ve hiddet sıfatı, İslam’ın emir ve hükümleri karşısında gayret, ince davranma ve rahmani taraftarlığa dönüşür.

Hava unsurundan ileri gelen kibir ve üstünlük taslama sıfat, izzet, vakar ve heybete dönüşür.

Toprak unsurundan kaynaklanan tembellik, uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve itidal sıfatına dönüşür.

Letaif Zikri

Nakşbendî tarikatında silsileyle gelen zikir hafî (gizli-sessiz) zikir, yani kalb ile yapılan zikirdir. Bu da Zat ismi olan ism-i Celâli "Allah" "Allah" diye kalble zikretmektir.

Hadîka'da der ki: "Zikrin birçok âdabı vardır. Fakat biz onların en önemli olanlarını ve mürid için herhalde lâzım olanları söyleyeceğiz: "Önce beden temizliği geliyor. Allah'ın emrettiği şekilde temizlen. Sonra kalbini heva, hırs, şehvetlere düşkünlük ve mâsivâya eğilim göstermekten istiğfar ile temizle. Sonra güzelce abdest al, halvethanene gir. İki rek'at abdest-şükür namazı kıl. Dua et ve namaz kılarken yaptığın gibi kıbleye doğru otur. Dilinle istiğfar ederken kalbin de istiğfar etsin. (Verilen sayı kadar).

Sonra alabildiğine bir mahviyet, inkisar ve huşu ile kusurlarını ve günahlarını hatırla. Sonra çok yakında muhakkak gelecek olan ölümünü gözün önüne getir. Şu anda alıp verdiğin nefeslerini dünya hayatındaki son nefeslerin olarak kabul et. Kabre yalnız başına konulduğunu ve orada bırakılıp gidildiğini bütün safhalarıyla düşün.

Sonra 8 Fatiha-i şerifeyi ve okuyup sevabını Hazret-i Nakşbend kuddise sirruh'un ve sırasıyla buutn sadatlarınrûhâniyetine hediye et. Sonra mürşid-i kâmilin simasını kendi nâsiyene bağlı olarak düşün. Gözlerini kapa, dilini damağına yapıştır, dişlerini dişlerine , dudaklarını dudaklarına yapıştır. Nefesini kendi haline bırak. Sol memenin altında bir et parçası olan kalbine yönel. Zikrinin mânâsını derinden derine düşünerek Hak Teâlâ hazretlerinin Zât ismini zikret. Zikrin başlangıcında kalb diliyle zikreder.

Eğer bir ihtiyaç için konuşmaya mecbur olursan zikrini kesmeden birkaç kelime konuş ve devam et. Hiçbir an kesilmemesi gereken bu zikre Nakşbendî büyükleri "vukûf-i kalbi" derler. Eğer bu layıkıyla yapılırsa kalb zikrettiğini müşahede ederek rüsuh peyda eder."

KALB ZİKRİ

Zikir dersi isteyen müride ilk olarak kalp zikri verilir. Kalbin üzerinde Lafza-i Celal (Allah) zikri çekilir. Bu zikrin sayısı mürşid tarafından bildirilir. Bu sayının altına düşülmez; üzerine de çıkılmamalıdır. Hafi zikrin nasıl çekileceğini bizzat mürşid veya görevlendirdiği vekili tarif eder. Bu zikir şu şekilde yapılır:

Mürid, abdestli olarak kıbleye karşı adab üzere oturur. Zikre başlarken, günahların kalbi sardığı, bu hâlle gerçek zikrin çekilemeyeceği, ilahi yardıma muhtaç olduğunu düşünerek 25 defa estağfirullah der. Peşinden Fatiha okuyup bağışlar.

Kalbin uyanması, toplanması ve zikre hazırlanması için biraz (beş dakika kadar veya daha kısa) mürşid rabıtası yapar, mürşidden manevi destek ve feyz bekler. Sonra, sağ elindeki tespihini elinin başparmağı ile orta parmağını birleştirip sol memenin dört parmak aşağısındaki insani kalbinin üzerine kor. Dilini damağına yapıştırıp şehadet parmağı ile tespihi çevirirken kalbiyle "Allah", "Allah" ,"Allah" ... diye zikreder.

Yüzlük tespihi sonuna kadar çevirince, diliyle kendi duyacağı bir sesle: “ilahi ente maksûdî ve rızâke matlubî” der. Bunun anlamı şudur: ‘Allahım! Benim maksadım sensin, aradığım ise senin rızandır.’ Bu duayı her yüz zikirden sonra söyler. Bunu söylerken, aynı anda bu sözünde sadık olmadığını, nefsinin yalancı olduğunu düşünür. Tekrar azimle zikrine devam eder.

Virdin sonunda, "dersimi hakkıyla yapamadım" diye üzülür, Allah’ın rahmetine güvenir, zikir esnasındaki kusurları için 25 defa estağfirullah der ve gözlerini açar.

Vird esnasında rabıta yapılmaz, bu tehlikelidir. Virdde kalb sadece zikre bağlanır; alemlerin Rabbini zikrettiğini düşünür, bütün dikkatini kalbindeki zikirde toplar.

Kalb zikrinin sayısı ancak salikin mürşidi tarafından arttırılabilir. Alınan bir zikrin vücuda yerleşmesi ve vücudun zikre alışması için en az kırk günden dört aya kadar çekilmesi güzel olur. Ancak özel durumlar ve gelişmeler olursa bu süreden önce de mürşide veya vekiline danışılır. Bundan sonra gerekirse salikin mürşidi tarafından zikrin sayısı arttırılır.

Kalb zikrinden sonrası diğer Letâif virdlerine geçer ve bu geçiş zamanını mürşid belirler.

Sonra zikrini Ruh'a nakleder. Latîfe-i ruh, göğüste sağ memenin altındadır.

Sonra zikrini Sırr'a nakleder. Latîfe-i sırr, göğüsün sol tarafındadır.

Sonra Hafî'ye nakleder. Latîfe-i hafî, göğüsün sağ tarafındadır.

Sonra Ahfâ'ya nakleder. Latîfe-i ahfâ, göğüsün tam ortasındadır.

Muhammed Ma'sum kuddise sirruh hazretleri el yazısıyla şunları yazmıştır: "Bu letâiflerin nurlarına gelince: Latîfe-i kalbin nuru sarı, Latîfe-i ruhun nuru kırmızı, Latîfe-i sırrın nuru beyaz, Latîfe-i hafînin nuru siyah, Latîfe-i ahfânın nuru yeşildir.

Bu beş letaif (letâif-i hamse), Cenab-ı Hakk'ın "kün" yani "ol" emriyle yarattığı âlem-i emirdendir ki maddeden yaratılmamıştır. Cenab-ı Hak, bunları maddeden yarattığı halk âleminin beş latifesiyle terkib etmiştir.

Sonra zikrini beyindeki nefs-i natıkaya nakleder. Sonraki letaif de nefs-i natıka ve bağlı olduğu maddi bedendeki dört unsur olan toprak, su, hava, ateşdir. Bu dört unsurun tümü nefs-i natıkada toplanıp, Nefsi Sultani  (Külli Nefs) zikir ile bütün bedende bulunmasıdır.
***
-Mürşidi olmayan kimsenin manevi yolda "evradı zikir" çeker ilerlemesi, rehbersiz ve ışıksız yolcunun gittiği yola benzer!
(Alıntı)

3 Aralık 2014 Çarşamba

Dinimiz de yaş günü vesaire özel günleri kutlamada yeri nedir?


Bazı Müslümanların batılıları taklit etmesinin arkasında ki asıl sebep muhakkak ki, taklit eden kimselerde, taklit ettikleri kimselere karşı bir dışlanma kompleksinin var olmasıdır.
Bu aşağılık kompleksinin kaynağı ise; İslam Akidesinin sünnet ışığında fikirlerin ve hükümlerin öneminden İslam'ın insani tatmin, adalet ve saadet içinde hayat anlayışın mükemmelliğinden şuursuz olmalarının ve kokuşmuş batı kültürünü uzun yıllardır "yabancı misyonerlerin" modern çağdaşlık diye dinden uzaklaştırıp kendilerine yöneltme amacı ile, sapıkça empoze edilip uydurulmuş kaynaklanan sosyetik paparazi değerlere önem verdikleri  birçok çeşitli acayip metotla millete aksettirdiği rezil küfrün kendine has kutlamalarıdır.
Müslüman milletin batının küfürle yoğrulmuş hoş görünen kültürsüzlüğün fitnesinden, henüz İslamdan uzak beyinlerin idrak edememiş olmalarının bir sonucu olarak, taklitçi modelist entelektüel bir psikolojik durumla kendini gaflet içinde başka kişilerin kendi çevresince gerici olarak yargılamasından korkup, cahil hane aşağılanma duygu yenilgisine kapılmanın elem neticesidir!

Dolayısıyla Müslümanların, yabancılara ait olan, İslam dışı medeniyetlerin doğum (yaş) günleri , evlilik yıl dönümleri , sevgililer günü, anneler-babalar günü, yeni yıl-yılbaşı (Noel) vesaire kutlanmasını ben de Müslümanım diyen kimselerin adet haline getirmesi hiç doğru değildir.
Çünki İslamdan başka milletlerin örf ve adetlerini yaşamasında samimi mü'minlerin hayatında örnek bir yeri yoktur!

Müslüman her kimse:
Dünyaya niçin geldiğini hiç bir zaman unutmayıp öne göre hayatını yaşamasını bilmesi lazım.
Meğer ki, kutlanacaksa bir olay, harama kaçmadan mubah olan eğlence dahilinde mümkünse Kur-an ve dua ve ilahi mevlitlerle yapılması en uygunudur.
Efendimiz (Aleyhi Selam) insanların her karşılaştığı olaylarda İslam fıtratına benzemeyen hayat yaşam türlerini bizlerin örnek almasını yasak etmiştir.

Nebi Resülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Her kim bir kavmi taklit ederse, onlardandır ."
(Ebu Dâvud ve Ahmed rivayet ettiler.)

Resülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Amellerin en kötüsü sonradan ihdas (adet) edilip ortaya çıkartılanlar dır.” [ Müslim, Cuma, 43.]
“Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir”
[ Nesâi, Îdeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7]
“Her bidat dalalettir, her dalalet de ateştedir.
” [ Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünnet, 6]

Huzeyfe b. el-Yamân'ın rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte:
"ALLAH bid'at sahibinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, sarfını (Zekat, sadakasını), şehadetini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkıp imansız olur."
(İbn Mace, Mukaddime, 7/49).

Bu ikaz karşısında müslümanların dikkatli davranacakları ve bid'at, hurafenin ne olduğunu araştırıp bilmeleri elzemdir.
Abdullah b. Abbâs (r.a.)'dan rivâyet edilen aynı benzer bir hadiste şöyle buyrulur:
"ALLAH, bid'at sahibinin amelini, bid'atından vazgeçip tevbe edene kadar kabul etmez."
(İbn Mâce, Mukaddime, /50).

ALLAH-u teala Resülullah (s.a.v.) ' e binaen bizlere şöyle buyuruyor:
“De ki, siz gerçekten Allahınızı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın.
Çünkü Allah çok esirgeyici ve çok bağışlayıcıdır.”
(Al-i İmran 31)
“Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.
Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.”
 (Süre Nisa Ayet 80)
“….. Peygamberim size ne vermişse onu alın.
Sizleri neyi yasaklamışsa ondan sakınıp kaçının ve Allah'tan korkun.
Çünkü Allah'ın azabı pek şiddetlidir.”
(Haşr 7)

Şimdi de Rasülullah (s.a.v.) hadis-i şeriflerine bir kez daha göz atalım:
Abdullah b. Ömer'den (r.anh) rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Kim kendini bir kavme benzetirse, o da onlardandır."
(Ahmed: 2/50-92, 7/142; Ebu Davud, Li

Abdullah b. Amr şöyle diyor:
"Kim, muşrik ve kafirlerin ülkelerinde kalır, yılbaşılarına, bayramlarına,
 festival ve eğlencelerine katılıp ve onlardan öğrendiğin gelenekleri ile yaşayarak ölürse, kıyamette onlarla birlikte olunur."
***
Alıntı kaynak: www.islam-tr.com
İçeriğini düzenleme yapan: Aydın Suyak